Önce Gazze ve şimdi Lübnan’daki insanlık trajedisini izliyoruz. Hamas’ın 7 Ekim saldırılarından bu yana tam bir yıl geçti. İsrail’deki Netanyahu yönetiminin bu saldırılara verdiği karşılık bitmek bilmiyor. Şimdi Hizbullah ve Lübnan. Çoğu çocuk ve kadın olmak üzere öldürülen binlerce insanın acısını duymak, bombalar altında ölüm korkusu ile günlerini geçirmeye çalışan ya da zorunlu olarak göç eden ailelerin durumunu anlamak kolay değil. Haberleri, analizleri, yorumları okumak, bizleri bir rutinin parçası olmanın ötesine taşımıyor. İddialı beyanların, çelişkili tavırların sergilenmesi karşısında duyarsız oluyorsunuz; çaresiz çırpınışlar her yerde.
Diplomasi de etkisizliğin aracı olmaya mahkûm gözüküyor. Olaylar tırmanıyor. Hangi aktörün nasıl bir ilave adım atarak felaketin çapını ve yoğunluğunu artıracağı, şiddet sarmalının daha hangi noktalara varacağı belli değil. Belirsizlik beklentinin doğal parçası olmuş. Uzaktan yakın coğrafyamıza bakarak öyle kalıveriyoruz.
Gazze’de şehit Osmanlı subayı
Her birimizin yaşam öyküsü, aile geçmişi, akrabalık bağları bu yakın coğrafya ile iç içe geçebiliyor. Gazze’de şehit düşmüş bir Osmanlı subayı olan büyük dayınızın “Rauf” ismi size verilmiş, (*) çocukluğunuzun bir dönemini Beyrut’ta geçirmiş, Şarkın Paris’i olduğu yıllarda Beyrut’un banliyölerinden Sin el Fil mahallesinde Tel El Zaatar Filistin kampının hemen karşısındaki bir Fransız okulunda üç yılınızı geçirdiyseniz, bu trajedi ister istemez sizi daha çok sarsıyor.
Zamanı da farklı algılıyorsunuz.
Geçmişe dönüyorsunuz, başka bir fotoğrafı yaşatmak istiyorsunuz. Orta Doğu’yu Akdeniz coğrafyasının içinde tarihi ve kültürel birikimiyle hissetmenin özlemini duyuyorsunuz. Size yardımcı olacak, ufkunuzu yeniden açacak, nefes almanızı sağlayacak yazar ve düşünürlerin kapılarını aralıyorsunuz. Büyük bir hazine buluyorsunuz.
Savaşın karşısında kültürü, edebiyatı, diyalogu, dili güçlendirmek, şiirin yaratıcılığını öne çıkarmak en etkili yol. Birey olarak kalabilmek için.
Hemen sonrasında gelen gece
Salah Stétié, bu günlerde benim için böyle bir isim oldu. Kitaplarını okudukça, şiirinin evrensel diline sığınınca yaşama sevincini tekrar yakalıyorsunuz. 1928’de Beyrut’ta doğan Stétié, 2020’de Paris’te vefat ediyor. Lübnanlı büyük bir şair, yazar ve diplomat.
Aradan yıllar geçti. 1990’lı yılların başında Paris’te Büyükelçiliğimizde ziyaretime gelmişti. Türkiye’ye gidecekti, vize işlemi için yardımcı olmuştum. “Hemen sonrasında gelen gece” (La Unième Nuit) başlıklı deneme kitabını bana imzalamıştı.
Salah Stétié’nin anılarını okumamıştım. Yaşam öyküsünü “Extravagance” kitabında uzun uzun anlatmış. Beyrutlu eski bir ailenin mensubu. Kendi arşivinde bulunan 1815 tarihli bir belgeye işaret etmiş anılarında. Hala mevcut olan Beyrutlu Müslüman ailelerin büyük bir araziyi paylaşmalarının belgesi.
Fransa “bin yıl kalmaya” gelince
Stétié, Beyrut’un tarihte hep bir akordeon şehir olduğunu, bazen etrafa yayılan ve gürültü içinde kalan, bazen daralan ve köy havasına giren bir şehre dönüşebildiğini yazıyor. Babası, Osmanlı Devleti’nde kariyer yaparım düşüncesiyle hem Türkçeyi mükemmel şekilde öğrenmiş hem böyle bir görevi üstlenmek için gerekli olan tüm disiplinlerde kendini yetiştirmiş. Şiire de meraklı bir insan. Lübnan Fransız idaresi altına girince bu hayali suya düşmüş.
Suriye ve Lübnan Milletler Cemiyeti tarafından Fransız mandasına verildiğinde, 1920 yılında Fransız bayrağının renklerini Beyrut’a taşıyan bir kruvazörün içinde gelen General Gouraud’nun “Burada bin yıl kalmak için geldik” şeklindeki sözlerini duymuş babası ve “Fransızlar ciddi insanlardır. Bu muzaffer General Fransa’nın Lübnan’da bin yıl kalacağını söylüyorsa, ben de bir oğlum olursa onu büyük bir Fransız okuluna yazdırırım” demiş. Tarihin ve coğrafyanın iç içe geçen öykülerini, kültürel etkileşimi, Lübnanlı yazarların çoğunda görebildiğimiz kozmopolit dünyanın izleri buluyorsunuz.
Diplomat yangının temsilcisiyse
Salah Stétié’nin kırk yıla yakın diplomat olarak yaptığı kariyerin anılarını da okuyorsunuz. Bir dönem Lübnan Dışişleri Bakanlığında Müsteşar olarak da görev yapan Salah Stétié, iç savaşın ateşinde ve başka savaşlarla da iç içe geçen Lübnan’ın bir diplomatı ve misyoneri olmanın kolay olmadığını yazıyor: “Ben bir yangının Büyükelçisi oldum” diyor.
Yangının Büyükelçisi olmak diplomatların yeni kaderi. Bölgesel ve küresel sorunlar, diplomasi alanını giderek yangın yerine çevirdi. Ateşin ortasında kültürün, edebiyatın, sanatın, hümanizmanın sözcüleri olabilmek her diplomata nasip olmuyor. Türk diplomasisinin güçlü yanlarından biri de bu olmalı, böyle bir birikimi var, birçok ismi sayabilir insan. Bu birikimi geleceğe taşıyabilmek önemli. Bunun koşulu da diplomata yaratıcı insan olarak bakabilmek. Diplomasiyi etkili kılmak diplomatın bireyselliğini kıymetlendirmekten geçiyor.
Nazım Hikmet ile röportaj
Edebiyatçı diplomat Salah Stétié anılarında Nazım Hikmet’ten de söz eder. Nazım Hikmet’in Lübnan Komünist Partisinin davetlisi olarak 1960 yılında Beyrut’a geldiğini, kendisini Lübnanlı şair Georges Shéhadé ile edebiyat sayfalarını yönettiği L’Orient gazetesinde konuk ettiklerini anlatır. Onun için “Türkçe yazdığı şiirler olabilecek en insani şiirlerdi, bitkiler kadar güzel ve duyarlı” ifadelerini kullanır. Salah Stétié’nin Nazım Hikmet ile yaptığı röportaj gazetenin birinci sayfasında “Nazım Hikmet’ten L’Orient’e: Bir yangın ortasında şair oldum” başlığıyla yayınlandığını sonradan öğrendim
Aforizmalar olarak değişik kitaplarından topladığı “Düşünceye dalanın günlüklerinde” (Albin Michel, 2003), Salah Stétié’nin kayda geçirdiklerinden bazı bölümlere yer vermek isterim.
Böylece günümüzün zor ortamında farklı bir ses yankı bulur umuduyla…
“İşaretler ve Maymunlar”
-Yaşamı şaşırtıyoruz. Ölüm ise bizleri bir sürprizin içinde şaşırtıyor.
-Ölmek bizi atalarımıza götürür. Ölen çocuk, yaşamda olan babasının babasıdır.
-Uçurumun bir yakasında yürüyoruz. Diğer yakasında başka yürüyenler var, bizleri işaret ediyorlar.
-Büyük bir eser okunur ve unutulur. Aynen soluk aldığımız ve soluk aldığımızı unuttuğumuz gibi.
– Bir cümlenin sonuna nokta koymak seli önler.
– Eğer yeryüzünün altınızda sallanması dursun istiyorsanız, sanki hiçbir şeyden emin değilmişsiniz gibi yapın.
– Seni tanıyabilmem için maskeni geri tak.
– Bir insan ile düşüncesi arasında uzanmış bir beden vardır. Bedensiz düşünceler bir hiçtir.
– Bin çiçek bir demet yapmaz, demet eğer bunu reddederse.
– Sonuna kadar düşünmek, taş ile karşılaşmaktır. Taş hareketsizdir ve sırf kendisi için düşünür.” (Fata Morgana 1996)
“Duvarın kulağı”
– Düzensizlik içinde düşünmek lazım. Akıl nasılsa sonradan gelir etrafı toparlar.
-Kültür dediğimiz felaketin en iyi tarafını yakalayabilmektir. Uygarlık ise iki felaket arasında bir duraklamadır.
-Aklın dibinde kör bir nokta vardır. Akıl o kör noktaya karşı çalışır.
-Her çekiç hafiftir: Düş gören kelebeğin çıkardığı derstir bu.” (Art Robert et Lydie Dutrou,1988)
“Kurumuş Suda Boğulmak”
-Bizleri geceleyin uyandıran düşünceler, dikkate alınmaya değer yegâne düşüncelerdir.
-Bir düşüncede en ilginç olan üzerini çizdiklerimizdir. Ama onları gizleriz.
-Soruda bir at var, yanıtta binici.
-Her yol bir kavşağa götürür. Kavşak hiçbir yere götürmez.
-Saate karşı bir yarışı kazanmak: yarışı, zamanı ve saati kaybederiz.
-Yanlış bizi beklenmeyene götürür: Yanlışın erdemi.” (Art Robert et Lydie Dutrou, 1998)
“Perilerin en yoksulu”
-Layık olduğumuzdan her zaman daha masumuzdur.
-Ömrünüzün en güzel günlerini tanımlayan sözcükleri aramakla geçiriyoruz zamanı. Her birimiz sözlüğün içinde boğulmaktan kurtulandır.
– Ateş ışığı parçalar. Işığı ateşten kurtarmak gerekir.
– İnsan yalnızca su ile bir şeffaflık paktı imzalar.
– “Yıldızlarımın hepsinde sızım var” der gökyüzü.
– Var olmak için izleri silmeye çalışıyoruz. Çöl de tebessüm ederek bizlere bakıyor.
– Herkese yaşamın yüz sözcüğünü sormak gerekiyor.
– Merdiven adım adım iniyor. (Hala) çıkıyor gibi yapan insanlar.
– Yaşamdakiler ölümlere pek zamanlarını vermez. Ölüler ise yaşamdakilere ebediyetlerinden hiçbir şey vermez.
– Kitap – ağacın oğlu – son bir yeşil yaprağını saklar, şiir.
– Yazmak sözcüklere tüm cesaretini vermektir.
– Yazmak kendi delisinin peşinden koşmaktır.” (2003)
Gazze’yi, Lübnan’ı düşünürken bu coğrafyanın evrensel mirasını unutmayalım.
Not:
(*) Deneyimli diplomat Engin Soysal’ın tam adı Rauf Engin Soysal’dır.