Elmalı’daki çocuk istismarı, Danıştay’daki İstanbul Sözleşmesi davası; yargı üzerindeki siyasi mücadelenin kamuoyunun hukuka güvenini kaybettirip yerle bir ettiğinin en yakın iki örneği.
Kamuoyunun hassas olduğu davalarda konuetiketi (hashtag) açılarak kurulan sosyal medya mahkemelerinde yargı kararlarının doğruluğundan daha çok kararı veren hakimlerin liyakatli olup olmadığı, kararlarında hangi gizli elin veya odağın etkisi olduğu tartışılmakta; yargı camiası ve hukuk tümden mahkum edilmekte; halkın yargıya güveni giderek daha fazla erimekte.
Yargıyı, unsurlarını, hakim, savcı ve avukatları, hizmetlerini, sistemi yönetenleri, yönlendirenleri ve siyasileri eleştirmek kamuoyunun en temel hakkı. Nedensiz yere geciktirilen yargılamalar ve verilen açıkça hatalı kararlara bakınca savunacak bir yönleri olduğunu söylemek de doğru değil. Baksanıza yargı; Elmalı davasında 6-10 yaşlarında küçücük çocuklarımızı istismara; İstanbul Sözleşmesi davasında Anayasamızı cumhurbaşkanına karşı koruyamadı. Fakat, öte yandan yeterli bilgi olmadan yargının ve mensuplarının sosyal medyada, linç edilmesi oldukça haksız ve yanlış.
Elmalı davası ve benzerlerindeki tartışmalı kararlara neden olan bilgi ve tecrübe eksikliği ile ihmaller bir dereceye kadar maruz görülebilir. Sosyal medya tartışmaları bunları gidermeye, adaletin, gecikmeli de olsa olsa yerini bulmasına vesile olabilir.
Fakat Danıştay davasındaki durum oldukça farklı…
Cumhurbaşkanını Danıştay, Danıştay’ı sosyal medya frenler mi?
İstanbul Sözleşmesi’nden çıkmak için TBMM’nin bir ilga kanunu çıkarması önşart olduğu halde cumhurbaşkanının yetkisinin sınırını aşarak TBMM’ye ait bir yetkiyi kullanmasına vize veren Danıştay; artık cumhurbaşkanını frenleyemez.
Danıştay’ın benzer kararlar vermesini önlemeye ise sosyal medyanın gücü yetmez.
Çünkü Elmalı hakimlerini HSK görevden alabilir veya başka bir yere tayin edebilir. Fakat Danıştay üyeleri görevden alınamazlar ve başka yerlere tayin edilemezler. Millet adına fakat millete hesap vermeden hukuka açıkça aykırı olsa bile diledikleri gibi karar vermekten kimse onları alıkoyamaz.
Bu milletin liyakatli evlatları siyasete göre hayırlı veya hayırsız
Danıştay üyesi olabildiklerine göre yürütmeyi durdurmayan çoğunluk üyeler herhalde liyakatli hukukçulardır. “TBMM’nin kanunla uygun bulduğu bir uluslararası sözleşmeyi Cumhurbaşkanı, tek başına feshedebilir mi?” sorusuna kolayca cevap verebilirler.
Danıştay’ın çoğunluk üyeleri de Prof. Kemal Gözler gibi içlerinden biri olmaktan gurur duyduğum Anadolu Çocukları, zorluklarla yetişmiş hukukçular. Ancak oldukça siyasallaşmış olan İstanbul Sözleşmesi söz konusu olduğunda Prof. Dr. Kemal Gözler’in ortaya koyduğu üzere açık bir şekilde hatalı bir karar vermişler. Siyasetten uzak katıksız bir hukuk insanı, Anayasa ve İdare hukuku öğreticisi olan Kemal Gözler’in gösterdiği doğru karar yerine açıkça hatalı bir karar vermişler. Üstelik, sadedi de kaybederek lüzumsuz sözleri gerekçe olarak yazmışlar.
Hiç hukuk bilmeyen mantıklı bir insan bulundukları mevkie gelmelerinde siyasilerin etkili olduğu çoğunluk üyelerin kararının yanlış olduğu, reylerini siyasetin ve sadakatlerinin etkilemiş olduğu sonucunu çıkarır. Siyasiler hukuka bulaşınca omuz omuza, birinin eksiğini diğeri tamamlayarak ileri götürmeleri gereken Anadolu çocuklarının ülkemizi hukuk alanında ilerletmek yerine geriye götürmekte olduğunu söyler.
Kader mi yoksa siyasiler mi ağlarını örüyordu?
Hakimlerin devlet gücünü kullananlara karşı bağımsızlığını güvence altına almak için, bir ara tampon görevi görmek üzere geliştirilen yargı kurulu HSK Türkiye’de amacının tam tersine evrildi. 2010 yılı Anayasa değişikliğinde HSYK’nın demokratik meşruiyet kazanacağı söyleniyordu. Fakat türlü entrikalar sonucunda demokratikliği görünürde kaldı, gerçekte meşruiyetini kaybedip yürütmenin güdümüne girdi. 2017 Anayasa değişikliği ile demokratik meşruiyetini görünürde de ve tümden yitirdi. Sayısı 13’e indirilen HSK üyelerinin tamamını ve mutlak çoğunluğunu iktidardaki siyasi parti belirlemekte.
İşte bu gün kararlarından haklı olarak şikâyet ettiğimiz Danıştay’ın ve hatta Yargıtay’ın ve Anayasa Mahkemesi’nin üyelerini siyasiler doğrudan veya siyasilerin kontrol ettiği ve bir siyasinin ve yardımcısının başkanı olduğu HSYK seçmekte.
Çağdışı delegelik sistemi ve blok liste seçim yöntemleriyle toplumu adeta kendilerine mahkum etmiş olan siyasi oligarşi; yargı teşkilatını da kesin olarak siyasete bağlayarak tahakkümünü perçinlemiş bulunmakta. “Peygamber postu” denilen, kutsal sayılan yargı makamlarına bile kendilerine biat eden, sadakatlerinden şüphe etmedikleri kişileri keyiflerine göre seçmekteler.
“İktidardaki siyasiler kötüdür, muhalefettekiler iyidir” demiyorum. Kastım asla bu değildir. Tabiri caizse “al birini vur ötekine”! İktidar, muhalefet fark etmez; siyasilerin tümü devlet gücünü ele geçirerek keyiflerine göre kullanmak peşindeler. Başkanlık sistemini geliştirmek isteyenler de güçlendirilmiş parlamenter sistem isteyenler de devlet gücünden daha büyük pay alma derdindeler.
Nitekim “Bizim iktidarımızda telefonu kaldırıp hakime ‘şöyle karar vereceksin’ talimatı vermeyeceğiz” diyenler; gücü ele geçirdiklerinde böyle yapmalarına engel olacak hiç bir tedbir ortaya koymazlar. “HSK’da adalet bakanı olmayacak” diyenler ise bakanın ne sebeple HSK’da yer aldığını, yerine neyi getireceklerini bilmezler ve söylemezler.
“Adalet,” “yargı bağımsızlığı” ve “hukukun üstünlüğü” gibi beylik sözleri dillerine pelesenk ederler ama yargıyı hukukun üstünlüğünü sağlayarak adaleti tesis edebilecek kapasiteye getirmek, verimli çalışır, şeffaf, hesapverir ve tam bağımsızlığı hak eder hale getirmek için, bırakınız detaylı çözümler üretmeyi basit fikirler bile geliştirmezler.
Siyasilere dayanmış akademi, iş dünyası ve STK’lar
Yöneticilere sırtını dayayan, aralarındaki açık ve ileri fikirlilerin sesinin kısılmasına veya yok edilmesine gıkını bile çıkarmayan, akıl, mantık ve bilimi ezber ve biata feda eden, Türk – İslam dünyasının medeniyet liderliğini kaybetmesine yol açan fikirleri günümüzde bile yaşatmaya çalışan ulema kesimini hiç saymıyorum.
Yüzlerce hukuk ve fıkıh profesörümüz, onlarca hukuk fakültemiz siyasilerin yaptıklarına karşı çıkmaz, “bu açıkça yanlıştır” diye sağlam bir karşı duruş sergilemezler. Milletin hizmetinde değillermiş gibi siyasileri “zerre” sıkıntıya sokabilecek bir sistem tasarımı ve öneriler paketi geliştirmezler. En iyi bildikleri başka ülkelerdeki düşünceleri ve kurumları derleyerek çoğunluğu telif-çalıntı kalın kitaplar yazmak, kötü yazılmış kanunları, kişiye göre değişen sözde içtihatları gencecik beyinlere ezberletmek.
Bu toprakları 4 asır önce terk etmiş olan adaleti geri getirmek için dilini kıpırdatmayan, insanların beynine ve kalbine hitap ederek fikren, manen ve madden gelişmeyi sağlamak yerine devlet yönetimindeki siyasilere yamanan ulema, bilim insanları ve akademi yerin dibine geçse yeridir.
Dışarıdan borç alamadığında, ithalatına ödeyeceği dövizin değeri aşırı arttığında, kârları düştüğünde ve işletmeleri iflas riskine girdiğinde siyasileri yardıma çağırırken sesi gür çıkan iş dünyasının kerli ferlilerinden bir umut beklemek zaten hepten yanlış. Onlar bekçisi oldukları işleri her ne pahasına sürdürmek, büyütmek ve daha çok kâr etmek zorundalar. Bu yüzden de iyi günde de kötü günde de siyasilere muhtaçlar ve onlara mahkumlar.
Cılız sesle bile dillendirmeye çekindikleri hukukun üstünlüğü, yargı bağımsızlığı ve adalet istekleri onlar için lüks salon toplantılarının sosyetik süsleri gibidir. Hukukun üstünlüğünün aksadığını, yargının bağımsız, devlet yönetiminin demokratik olmadığını, arkaik ve anti-demokratik delegelik sistemi ile blok liste seçimlerinin siyasi oligarşiye yaradığını, bunların yasaklanması gerektiğini söyleyerek siyasileri terletebilen, bu yönde bir basın bildirisi yayınlayabilen bir STK heyeti oldu mu?
İktidardaki siyasilere yapılan STK ziyaretlerinin yegâne amacı etkili ve yetkili bürokratlarla tanışmak, ilişki kurmak ve geliştirmek, muhalefettekilere ziyaretler ise geleceğe yatırım yapmak.
Türkiye’nin eski Haliç kokulu halleri
Türkiye’nin toplumsal hali, Patrick Süskind’in “Koku” isimli meşhur eserinde tarif ettiği, eski Haliç’in alışkanlık yapan iğrenç koku kokteyline benziyor. 1980 öncesinde Haliç büyük bir açık foseptik çukuru gibiydi; etrafındaki tüm lağımlar içine akardı. Sanayi tesislerinin atıkları ile pis kokulu deniz-lağım suyu yerini sarımsı gri ve siyah karışımı bir balçığa bırakmıştı.
Eminönü ile Unkapanı köprüsü arasındaki devasa meyve-sebze halinde o pis koku, kaçıp gitmek isteyen insanın geri dönüp içine çekmek istediği meyve, asit, balçık ve lağım kokusu kokteyli halini alır insanın tüm duyularını ve aklını tahrip ederdi.
Millet olarak böyle bir garip hal içinde, bir yandan kurtulmak öbür yandan tam içinde kaybolmak istediğimiz berbat bir durumdayız… Pek kurtulmak istediğimizi sanmadığım bu garip durumdan çıkmak için kimilerimiz AB’nin 23. ve 24. Başlıkları açmasına, kimilerimiz Sedat Peker’in ifşaatlarına umut bağlamış bulunmakta…
Kurtuluşun tek bir yolu var ve aşikâr!
85 milyon nüfusu, 780.000 kilometrekare toprağı, müstesna coğrafi konumu, kültürel zenginliği ve köklü uluslararası ilişkileri ile Türkiye aslında çok zengin bir ülke. Türkiye; dünyada eşi benzeri görülmemiş bir sıçrama yapabilir, kişi başı milli gelirini kısa sürede 25 – 30 bin dolar seviyesine çıkarabilir.
Yapılması gereken şey ise tek ve aşikâr: başta siyasiler ve yargı olmak üzere hukukun üstünlüğünü istisnasız herkese karşı gerçekleştirmek…
Bunun için ise yargıyı verimli çalışır, şeffaf, hesapverir ve tam bağımsızlığını hak eder hale getirmek, işlevini göstermesinin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmak yeterlidir. Bunu gerçekleştirmek için yapılması gereken şeyler iki elin parmaklarından daha azdır.
1. İşe öncelikle HSK’nın tüm işlem ve kararlarını yargı denetimine açmak, bu amaçla uzmanlaşmış adalet yüksek mahkemesi kurmakla başlamak gerekiyor.
2. Aynı zamanda HSK’nı Adalet Yüksek Kurumu adıyla tam bağımsız bir düzenleyici kurum haline dönüştürmek, kurulu, hiç bir kişi, grup veya koalisyonun hakim olamayacağı şekilde toplumun tüm kesimlerini ve tüm paydaşları adil olarak temsil eder sayıda ve bileşimde oluşturmak, işlevlerinin gerektirdiği nicelik ve nitelikte insan kaynaklarına üyeleri yoluyla sahip kılmak, Cumhurbaşkanlığı, Adalet Bakanlığı ve HSK arasında gelişi güzel dağıtılmış yargı ve hukuk politika, ilke ve tercihlerini belirleme, yargı mercilerinin hizmetlerini ve sair tüm yargısal işlevleri Adalet Yüksek Kurumu çatısı ve sorumluluğu altında birleştirmek gerekir.
3. HSK’nın meslek kuruluşu işlevlerini ayrıştırarak hakim ve savcıları, avukatlar gibi, kendi bağımsız meslek kuruluşlarına kavuşturmak gerekir.
4. Hakim, savcı, avukatlar başta hukuk meslekleri için yeknesak kariyer planı geliştirerek mahkemelerin nitelik ve nicelik ihtiyaçlarına uygun olarak hukukçular yetiştirilmeli; tüm hakim ve savcı atamaları istekli liyakatliler arasında yarışma yoluyla yapılmalıdır.
5. Danıştay, Yargıtay, Anayasa mahkemesi gibi yüksek mahkeme üyeliklerine atamalarda ise kamuoyunu da sürece dahil ederek gerekçeli açık oylamalarla seçme ve atama yapılması sağlanmalı ve itirazlar, sorular ve dava yoluyla atama sürecinin yargısal denetimi sağlanmalıdır.
6. Uyuşmazlıkları dava aşamasında çözmeye çalışan anlayış terkedilmeli, yargı hizmetleri ileriye doğru önceden planlanmalıdır. Dava konusu olabilecek anlaşmazlıklar erken aşamada tespit edilmeli, davaya gerek olmadan uzlaşma ile çözmek için tedbirler alınmalı, buna rağmen mahkemeye intikal eden davaların isi iyi hazırlanmış olması ve tek celsede yargılamanın bitirilmesi sağlanmalıdır.
7. Yargının olağan işlevini kısıtlayan bütün engeller kaldırılmalı; yargı mensupları da dahil olmak üzere tüm kamu görevlilerinin suçları, kurumlarından, meslektaşlarından veya idari amirlerinden izin almaya gerek olmaksızın serbestçe soruşturulmalıdır.
Başkanı olduğum siyaseten tarafsız Daha İyi Yargı Derneği; bütün bu hususlarda yenilikçi çözümler geliştirmiş, “A’dan Z’ye Türk Yargı Reformu” isimli bir eserde toplayarak yayınlamış ve Türkiye ve dünya kamuoyunda tartışmaya açmıştır. Burada da duyurmaktan gurur duyuyorum. Kitabı edinmek isteyenler www.dahaiyiyargi.org adresinden iletişime geçebilirler veya elektronik nüshasını indirebilirler.
Geliştirdiğimiz yenilikçi çözümlerin yargının kurumsal, tarafsız bağımsız ve adil, hesapverir ve liyakate dayalı, katılımcı, çoğulcu ve bağımsızlığından asla ödün vermeyen bir yapıya kavuşturulmasını, görevini en iyi şekilde yapmasını, verimli çalışarak kaliteli, hızlı ve ucuz hizmet vermesini, öngörülebilir, kestirilebilir kararlar vererek hukukun üstünlüğünün güçlendirmesini sağlayacağına inanıyorum.
Buradan toplumun tüm kesimlerini, ilim ve bilim insanlarını, gönüllü iş dünyası ve sivil toplum kuruluşlarını sorumluluğa davet ediyor; kitapta detaylı bir şekilde anlattığımız yenilikçi çözümlerimizi incelemeye, eleştirmeye ve geri bildirimleri ile daha da geliştirmeye davet ediyorum.
Bu ülke hepimizin! Siyaseti kontrol edip devleti yöneten küçük bir kesim de dahil olmak üzere hepimiz aynı gemideyiz. Farklı olduğumuz, farklı düşündüğümüz için birbirimizi dışlamak hepimize birden zarar veriyor. Farklılıklarımızdan zenginlik çıkarmak, sorunlarımıza farklı açılardan bakarak ileri çözüm önerileri geliştirmek bizim elimizde.
Daha müreffeh, uzlaşmacı ve bir toplum daha iyi yargı ile mümkün!