Tam beş sene önce bugün, 15 Temmuz 2016’da Türkiye siyasetinin en tuhaf, bir o kadar da trajik olaylarından biri yaşandı. Bir darbe girişimi asker ve sivil kalabalıkların karşı karşıya gelmesi ve çatışmasıyla sonuçlandı. Türkiye’nin azımsanmayacak bir darbe ve darbe girişimleri tarihi olsa da bu tür örneklere pek rastlanmaz, asker ile sıradan vatandaş çatışmaya girmez.
Neticede askerin tüm varlık sebebi vatandaşını korumaktır. Bu sebeple bir asker kendisine vatandaşa ateş etmesi emri verildiğinde meslek hayatının en büyük çelişkisini yaşar. Görev tanımına aykırı olan bu emre uymak istemez. Öte yandan emre itaat etmemek de askeriyenin işleyişine aykırı olduğundan büyük bir gerilimle karşı karşıya kalır. Bunlara ilaveten, asker bilir ki içlerinden bazıları emre itaat edip bazılari ise etmeyecektir ve neticede ordu bölünecektir. Ordunun bölünmesi ise asker için başlı başına bir felakettir. Bu sebeple asker kendini vatandaşla karşı karşıya bulursa bu felaket senaryoları arasından seçim yapmak durumunda olacaktır.
Bu tür bir deneyim pek çok açıdan travmatiktir. 15 Temmuz’da yaşadığımız da tam olarak budur.
Peki bu durumu neden yaşadık? Tekrarından nasıl kaçınabiliriz? Son beş yılda bu konuda şüphesiz çok şey söylendi fakat şu iki noktayı hala daha iyi anlamaya ihtiyacımız var.
Öncelikle, darbeler, tıpkı halk ayaklanmaları gibi, çoğunlukla muhalefetin seçim yoluyla iktidara gelebilmesinden ümit kesildiği zamanlarda gerçekleşir.
Bu ümit neden kesilebilir? Ya muhalefet sayıca azınlıktır, hiçbir zaman çoğunluğa ulaşamayacağı ve çoğunluğu elinde tutanlar tarafından temsil edilmeyeceği fikriyle marjinalize olmuştur ya da demokratik kanallar tıkanmış, yönetimde sirkulasyon durmuştur. Bu iki sebepten biriyle asker veya halk seçimlerden ümidi keser. İşte bu ümitsizlik duygusuna meydan vermemek, demokrasiye olan güveni yeniden tesis etmek gerekir.
İkincisi, askeriyenin kurumsal bağımsızlığı demokratikleşme açısından kritiktir. Ordu kurumsal anlamda ne kadar bağımsız olursa o kadar güçlü, ne kadar güçlü olursa siyasete dahiliyeti o kadar az olur. Çünkü asker, siyasete karışmanın orduda iç çelişkiler yaratacağını ve ordu için yıpratıcı olacağını bilir. Dolayısıyla eğer güçlü bir askeri yapı söz konusuysa darbeler ya olmaz ya da kısa ömürlü olur, çünkü asker hızla kışlaya geri dönmek, bu sayede kurumsal bütünlüğünü korumak peşindedir. Ayrıca, kendini siyaset üstü göreceği için siyasi çekişmelerin galibi kim olursa olsun mesleki kariyerinin devam edeceğini öngörür.
Ancak ordunun kurumsal gücü zarar görmeye başlarsa tablo değişir. Belli bir göreve gelmenin liyakatla değil bir takım bağlantılara sahip olmakla ilişkili olduğu veya emir komuta zincirinin siyasi müdahalelerle kesintiye uğrayabildiği durumlarda kurum zayıflar. Şahsi bağlantılar önem kazanır ve asker kendi mesleki kariyerini belli şahısların kaderine bağlı görecek olursa o zaman kurumsal prensiplere değil bu bağın gerekliliklerine göre hareket etmeye başlar. Bu durumda artık askerin ne durumda nasıl davranacağını öngörememeye veya her şart altında vatandaştan yana tavır alacağına güvenememeye başlarız.
Otokrasi, Arap baharı ve ekonomi
Siyaset bilimci Eva Bellin’e göre otokratik ülkelerinin demokratikleşmesi önündeki en büyük engel, ne kültür ne de ekonomidir(1). Ülkelerin demokratikleşme şansını belirleyen en kritik faktör, ordunun kurumsal gücü, yani siyasi bağımsızlığıdır. Bunu da Arap Baharı örneğiyle gösterir bize Bellin.
2010-2011 senesinde, önce Tunus sonra çevre Arap ülkelerinde her türlü olumsuz koşula rağmen, değişim ve demokrasi talebi yükselmiş, halk türlü riski göze alarak sokaklara dökülmüş, fakat bunun sonunda demokratikleşme mi sivil savaş mı olacağını askerin seçimi belirlemiştir.
Bellin’e göre her şey demokrasi talep eden halk karşısında askerin ne karar vereceğine bağlıdır. Asker iktidardan (veya bir başka siyasi odaktan) yana pozisyon alır ve bir günde yüzlerce aktivisti vurmayı kabul ederse, ertesi gün muhtemelen isyan sönecektir. Ama bunu yapacak mıdır, yapmayacak mıdır, demokrasinin kaderini işte bu tayin edecektir.
Tunus ve Mısır’da köklü kurumsal yapıları neticesinde ordu halkın yanında durmayı, vur emrine iştirak etmemeyi seçmiş, neticede otokratik liderler istifa etmek, seçimlerin önünü açmak durumunda kalmıştır. Suriye’de ise pozisyonlarını Esad’a borçlu üst rütbeli askerler, Esad sonrası bir gelecekte kendilerine zaten yer olmayacağını bilerek halkı vurmayı seçmiş, neticede sivil savaş çıkmıştır.
O yüzden, askeriyenin siyasi bağımsızlığını artırmak darbe girişimlerini veya olası darbelerin sürelerini ve boyutlarını azaltacak, herhangi bir siyasi krizde askerin halktan yana tavır alma ihtimalini artıracaktır.
O halde, 15 Temmuz’u Türkiye’de asker-sivil ilişkilerinin geldiği noktayı değerlendirecek bir sınav olarak düşünürsek, kendimize nasıl bir not verebiliriz?
Düşük not vereceğimiz hususların ilki işlerin buralara gelmesi noktası olsa gerek. Darbelere, isyanlara ihtiyaç olmadan siyasetin doğal işleyişine güvenin tesis yeniden edilmesi gerektiği mutlaka görülmeli.
İkinci olumsuz nokta ise, ordunun zayıflamış olması. 2010 sonrası dönemde “sivilleşme” adına yapılan bir dizi müdahale sonucu ordu güçsüzleşti, bağımsızlığını yitirdi, ve bunun askerin davranışına etkisi görüldüğü gibi çok olumsuz oldu. Buna rağmen, 15 Temmuz’un ikinci yıldönümünde Genelkurmay Başkanlığı’nın Milli Savunma Bakanlığı’na bağlanması ise yaşananlardan doğru derslerin çıkarılmadığını düşündürüyor. Orduyu siyasi iktidara bağlayan hamlelerin sivilleşme sağlamadığının, tersine asker-sivil çatışması ihtimalini artırdığının artık anlaşılması gerekiyor oysa.
—
(1) Bellin, E. (2012). “Reconsidering the Robustness of Authoritarianism in the Middle East,” Comparative Politics 44:2, pp.127-149.