Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından ilk yurtdışı seyahatini, daha üzerinden bir ay geçmeden 9 Ağustos’ta Rusya’ya yaptı. Sen Petersburg’da Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile görüştüler. Bundan iki hafta sonra da daha beş hafta önce kendi içinde birbirine düşmüş Türk Silahlı Kuvvetleri, Suriye topraklarına ilk askeri harekâtı Cerablus’tan başlatarak bir gövde
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta sembolik önemi kadar fiili önemi de bulunan bir dizi askeri-siyasi adım attı. Kurtuluş Savaşına atfen “Zafer Haftası” olarak bilinen haftayı kendi programına uyarlayarak aslında içeriden çok dışarıya, özellikle ABD, Avrupa Birliği ve Rusya’ya mesaj verdi. Ancak bu programın asıl önemi, Erdoğan’ın Türk Silahlı Kuvvetlerini yeniden yapılandırma siyasetinin parçası olmasıydı. Erdoğan’ın
Tam beş sene önce bugün, 15 Temmuz 2016’da Türkiye siyasetinin en tuhaf, bir o kadar da trajik olaylarından biri yaşandı. Bir darbe girişimi asker ve sivil kalabalıkların karşı karşıya gelmesi ve çatışmasıyla sonuçlandı. Türkiye’nin azımsanmayacak bir darbe ve darbe girişimleri tarihi olsa da bu tür örneklere pek rastlanmaz, asker ile sıradan vatandaş çatışmaya girmez. Neticede
Kaçak suç örgütü lideri Sedat Peker, attığı bir dizi tweetle İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’yu, 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında AKP Gençlik Kolları’nı da kullanarak sivilleri silahladırmak için tüfek dağıtmakla suçladı. Peker, 8 Temmuz günü attığı tweetlerde o dönemdeki AKP Gençlik Kolları yöneticilerinin isimlerini de vererek İstanbul’un Balat semtinde, Sveti Stefan Kilisesi yakınlarında iki araç
Emekli amiraller bildirisinden darbe çağrısı çıkarma tartışması, ibretlik bir burun sürtme operasyonu olarak kayda geçen gözaltı sürecinin tahliyeyle sonuçlanmasıyla söndü gibi. Bunda Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’a “Montrö’yü delmeyin” uyarısının mı payı oldu? Yoksa “matruşka” benzetmesinde olduğu gibi içinden Erdoğan’ın hoşuna gitmeyecek başka şeylerin çıkmasının mı? Bence ikisinin de yakında anlarız. Ama
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ve AK Partililerin, iktidarının on dokuzuncu yılında hâlâ mağdur ve mazlumu oynayabiliyorsa, bunu bir ölçüde kendilerinin bir ölçüde de muhaliflerinin hesabına yazmak lazım.Hiç gülünecek bir halde değiliz ama baskı ortamlarında siyasi mizah güçlü bir ifade tarzı sunabiliyor. O yüzden iki Zaytung haberiyle yazıya girelim.Birincisi: “Sonucunu beğenmediği seçimi iptal edip tekrarlatabilen, kararını beğenmediği
MHP lideri Devlet Bahçeli, Alaattin Çakıcı’nın CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’na hakaret ve tehditlerine arka çıktığı Meclis Grup konuşmasında ASALA meselesini yeniden açtı. Çakıcı’yı “ASALA terör örgütünün peşine düşmüşlerdi” gerekçesiyle savundu. Bir vatandaşın bir terör örgütüne karşı güvenlik operasyonlarında kullanılmış olması ona bir başka vatandaşa -ki Türkiye’nin kurucu ve ikinci büyük partisinin genel başkanıdır- hakaret ve
Umarım yakında yayınlanacak “Darbeler Kitabı” hazırlığım bitmek üzere. Sadece Türkiye’deki darbe ve darbe girişimlerini değil, bizi ilgilendiren coğrafyadaki darbe girişimleri ve darbeleri çalışıyorum epeydir. Ve birbirleriyle ilişkilerini, ortak noktalarını, ayrılan noktalarını… Türkiye’deki darbe girişimi ve darbelerin -15 Temmuz 2016- hariç nasıl olduğu ayrıntılarıyla yazıldı; ben ne olduğu, neden olduğu ve ne tür sonuçlar doğurduğu üzerinde
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan her ne kadar işlerin yolunda olduğunu, söylese de işler kontrolünden çıkmak eğilimi gösteriyor.Sözü uzatmadan saymaya başlayalım. Kontrolsüz sürü bağışıklığı 1- Koronavirüs salgını sadece yeniden yayılmakla kalmadı, genel olarak toplumun moralini çökertecek bir hâl almaya başladı. Nisan-Mayıs aylarındaki -yetersiz olsa da- kısıtlayıcı adımlar sayesinde geriletilen Covid-19 salgını, bütün uyarılara rağmen Haziran-Temmuz aylarında ticaret
Son haftalarda muhalif seslerin bastırılması, sosyal medya hamleleri, kadınlara yönelik saldırılar ve gayrimüslimlere yönelik saldırılar paralel bir şekilde artışta. Bu artış, Türkiye’nin demokratik hak ve özgürlükler bakımından örnek aldığı Batı’daki değer kaybı, yeni deyimle “Batısızlık” ile paralel gidiyor. Benzeri bir süreci Avrupa Birliğinin (AB) Türkiye’nin üyelik umutlarını kırdığı 2005-2007 sürecinde de yaşamıştık. O zaman da
- 1
- 2