Kıbrıs meselesi ve Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri başladıkları yıllar itibariyle paralel bir biçimde sürdü ve sonuçta iç içe girift bir hale gelerek bugüne kadar birbirlerini etkiledi. Aslında yarım asrı geçen bu iki konu bir bakıma doğal bir şekilde çözüme doğru gitmektedir. Yıllar boyunca Türkiye AB’ye üye olmak yolundaki gayretlerini sürdürdü ancak karşılıklı hatalar ve başka birçok nedenden dolayı bu hedef gittikçe uzak hale geldi. Bunu başlıca sebeplerinden bir de Kıbrıs meselesidir.
Önce Yunanistan’ın 1980’de AB’ye üye olmasıyla AB ile olan ilişkilerimizde birçok sorun çıktı. Ancak asıl sıkıntılar Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin (GKRY) 2004 yılında çözüm yolunda önüne konan referandumda olumsuz oy vermesine rağmen AB’ye üye olmasıyla başladı. Bunun sonucunda Kıbrıs meselesi ve ayrıca Türkiye-AB ilişkilerinin akıbeti belli oldu. Bu neticelerden ilkini uluslararası kamuoyu, ikinciyi ise kendi kamuoyumuz henüz kabul etmedi.
Sonuçlanamayan Kıbrıs meselesi ve Yugoslavya örneği
Kıbrıs sorununun çözümü için neredeyse her on yılda bir Birleşmiş Milletler çerçevesinde gayretler sarf edildi, ancak bir neticeye varılamadı. Bugüne kadar bu sorunun çözümü ile ilgili olarak söylenmeyen veya ele alınmayan bir unsur kalmadı.
Bu meselede de karşılıklı hatalar ve kaçırılan fırsatlar oldu. Ancak sonuç ortadadır. Esasında yapılmak istenen son yirmi-otuz yıldır uluslararası alanda devletlerin oluşumuna ilişkin akışın aksi yönünde bir gayrettir.
Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra kurulan devletleri kastetmiyorum. O zaten zorla oluşturulan bir yapı idi. Esas Yugoslavya’ya bakmak lazım. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan federasyonda Hırvatlar, Sırplar ve Slovenler bir araya getirilmişti. Yugoslavya Federal Halk Cumhuriyeti ise İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra 1946’da kuruldu. Bu federal yapıyı, Bosna Hersek, Hırvatistan, Karadağ, Makedonya, Sırbistan ve Slovenya Sosyalist Cumhuriyetleri oluşturuyordu.
Aralarında etnik gerilimler yok değildi ama Başkan Josip Broz Tito’nun katı yönetimi çerçevesinde ülke birliğini sürdürebildi. Ancak bu federatif yapı Soğuk Savaş’ın bitiminden hemen sonra dağılma sürecine girdi. Neticede birbirleriyle kırk yıldan fazla yaşayan, dil ve din (Bosna Hersek hariç) açılarından yakın olan bu cumhuriyetler bağımsızlıklarını arzuladılar ve bugün yedi devlet ortaya çıkmış durumdadır.
Dünyanın birçok yerinde buna benzer örnekler vardır. Kıbrıs’ta yapılmak istenen ise bunun tam tersidir. 1963-74 yılları arasında zaten gerginliklerin olduğu bir ortamda yaşayan Kıbrıs Cumhuriyeti, Yunanistan’ın tetiklediği darbe teşebbüsü sonucunda Türkiye’nin Kıbrıs Türklerini korumak için gerçekleştirdiği müdahaleden sonra ikiye bölündü. Şu anda Ada’da kırk yedi yıldır birbirlerinden ayrı yaşayan iki halk bulunmaktadır. Siyasi, psikolojik ve her şeyden önemlisi ulusal duyguları kabartan Kıbrıs’ta yaşayan bu iki halkın dini, dili ve etnik yapısı da farklıdır. Ama nedense KKTC ve GKRY birlikte yaşamaya zorlanmaktadır. Neden? Zira uluslararası normlara aykırı bir düzen oluşturulduğu ileri sürülmekte ve kabul etmek gerekir ki Rumlarla Yunanlıların uluslararası kamuoyu üzerinde başarılı bir etkinliği var. Bu ikili KKTC’nin başka devletlerce tanınmasını engellediler. Ancak gerçekleri de görmek gerekir. Artık bu iki halkın aynı çatı altında bir arada yaşamasını beklemek hayalperestliktir.
AB Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen’in birkaç hafta önce “iki devletli bir çözümü asla kabul etmeyeceklerine” ilişkin sözleri ise sadece üyesi olan Yunanistan ile GKRY’yi tatmin etmekten öteye gitmez. New York’ta 1980’lerin sonunda çalıştığım dönemde BM Daimi Temsilcimiz olan Büyükelçim Kıbrıs konusunun esasen 1974’de çözümlendiğini, bunun başkaları tarafından kabul edilmesinin sadece bir zaman meselesi olduğunu söylerdi.
Kıbrıs’ın AB sürecine etkisi
Kıbrıs sorunu bizim AB ile olan ilişkilerimizi doğrudan etkilemektedir. Bu ilişkilerde sadece üyelik sürecimiz değil, Gümrük Birliği’nden vize muafiyetine ve diğer birçok alanda Güney Kıbrıs’ın olumsuz tavrı bulunmaktadır. GKRY üye olduğunda AB kartını oynayarak Türkiye’den taviz kopartabileceğini hesap ediyordu. Özellikle üyelik müzakerelerine başladığımız 2005 yılından sonra Güney Kıbrıs çeşitli şekillerde bizi zorladı ama iki noktada yanıldı. Birincisi ve en önemlisi Türkiye’nin Kıbrıs konusunda taviz vereceğini sanmasıydı. Bu konuda zamanında ülkemizde de eleştiriler çıkmıştı. Ancak Türkiye hiçbir zaman böyle bir politika gütmediği gibi Kıbrıslı Türklerin çıkarları daima ön planda tutuldu. Rumların diğer hatası ise AB’nin diğer üyelerinin Türkiye’ye karşı tutumlarını hesaplayamamasıdır. Alman Şansölyesi Merkel ve daha ziyade Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy’nin üyeliğimize yönelik menfi açıklamaları ve politikaları Türkiye’yi AB’den uzaklaştırmaya başladı. Böylece Rumların ülkemizden talep ettikleri tavizlere karşılık verilebilecek bir husus kalmadı.
Avusturya ve Fransa’nın AB üyeliğimize açık bir şekilde karşı duruşları Güney Kıbrıs’ın Türkiye politikasını bozdu. Son bir kaç yıldır ülkemize yönelik olarak AB’nin aldığı kararlar aramızdaki güven bunalımını arttırdı, mesafe daha da büyüdü. Son üç AB zirvesinin sonuç bildirilerine bakarsak orada Türkiye fiilen aday statüsünden çıkarıldı ve ilişkiler Doğu Akdeniz’deki gelişmelere bağlı bir hale indirgendi. Üyelik süreci ve diğer faaliyetler de durma noktasında olduğundan AB’nin ülkemize yönelik getirebileceği yaptırımlar çok sınırlı durumdadır. Doğu Akdeniz’de belki bizim gemiler araştırma yapmıyor ama aynı şekilde Güney Kıbrıs adına da herhangi bir faaliyet bulunmamaktadır.
Neticede Güney Kıbrıs’ın AB üyeliğiyle Türkiye’nin AB üyeliği önüne bir duvar çekildi. Elbette AB ile olan ilişkilerimizde çözümlenmesi gereken başka birçok husus bulunmaktadır. Ancak ülkemiz temel haklar ve hukukun üstünlüğü alanlarında on beş yıl öncesindeki düzenlemelere dönse bile üyelik bu ortamda gerçekleşmeyecektir.
Bu gerçeği de bizim kabul etmemiz gerekir.
Baştaki ifadelere dönecek olursak Güney Kıbrıs’ın birleşmeyi reddettiği bir referandum neticesinde AB’ye üye olmasıyla Kıbrıs’ta iki devletin bir araya gelme imkanları tamamen bitmiş olup, bunun uluslararası kamuoyu tarafından kabulü artık bir zaman meselesidir.
Ancak ilişkilerin gerilimli bir şekilde sürmesi de kimsenin yararına değildir. Tam aksine bu durumdan başkaları faydalanmaktadır. Dış politikadan sınır aşan sorunlara kadar AB ile Türkiye’nin birlikte hareket edebilecekleri çok alan vardır. Bu nedenle de iki tarafın daha gerçekçi bir politikaya yönelmeleri, birlikte nerelerde işbirliği yapabileceklerini belirlemeleri ve düzenli diyalogu artırmaları sadece faydalı değil aynı zamanda gereklidir.