Koronavirüs Covid-19 nedeniyle herhalde aklını körü körüne inançlarına teslim etmemiş herkes bilim ve teknolojinin hayatımızdaki önemini anladı. Tıpçılar, istatistikçiler bir anda hayatımıza yön verir oldu. Mühendislerinin üretim hattında yaptığı küçük değişikliklerle buzdolabı, otomobil ve insansız hava aracı fabrikalarında solunum cihazı ve tıbbi siperlik üretmeye başladığını gördük. Dijital teknoloji sayesinde video-toplantılar, küresel çapta siyaset, idare ve bilimsel paylaşımın ana mecrası haline geldi. Biz gazeteci ve siyasi yorumcuların da öyle. Son dönemde katıldığım ulusal ve uluslararası toplantılarda geleceği görmeye çalışanların merak ettiği konular arasında başlıktaki soru da yer alıyor. Artık bilim mi ağır basacak, baskıcı yönetimler mi?
Bana kalırsa bu soru, doğru yanıt almaya uygun bir soru değil.
Öncelikle bu soru temel ve yanlış bir varsayımdan hareket ediyor. O da bilime önem vermeyen yönetimlerin baskıcı, önem verenlerin ise akılcı ve demokratik davranacağı varsayımı. Bu varsayım, baskıcı yönetimlerin bilimsel düşünceye ve teknoloji üretimine önem vermediği önermesini de içeriyor. Bu varsayım bilimsel düşünce ve teknolojik gelişmenin Müslüman toplumlarda 12’inci yüzyıldan, Çin’de ise 14’üncü yüzyıldan itibaren dogmatik düşüncenin egemen olmasıyla gerilemesi, aynı süreçte, Rönesans’la birlikte Avrupa merkezli Hristiyan toplumlarda yükselişe geçmiş olmasından yola çıkıyor. (Türkiye özelinde Osmanlı sultanlarının Hazerfan’dan Takuyiddin’e, matbaadan otomobile dek engelleyici siyasetinin de güçlendirdiği bir algı söz konusu. Oysa bu algı ne yakın tarihteki ne de günümüzdeki gerçeklikle birebir örtüşüyor.
Bilimin kullanıldığı amaç da önemli
Bilimsel ve teknolojik gelişimin iktidarın desteğinde nasıl sıçramalarla gelişip bütün ülkeleri geride bıraktığının ve nasıl bir insani yıkıma yol açtığının en feci örneği Nazi Almanya’sıdır. Altı milyon Yahudi, Roman, eşcinsel, komünist, sosyalist ve ekonomik işlevi görülmeyen engellinin zehirlenip yakıldığı fırınlar çağının üstün bilimsel ve teknolojik buluşlarındandı. Nazi idaresinde tıpçılar canlı insan bedenleri üzerinde deney yaptılar. İlk jet uçağını, ilk modern roketi yapanlar onlardı. Atom bombası programlarından kaçanlar önce ABD’de ilk atom bombasının yapımını, sonra Sovyetlerin nükleer programının gelişmesini sağladı. Önce Sovyetlerin ardından Amerikalıların uzaya çıkmasını sağlayan Nazilerin roket programında çalışan Alman bilim insanlarıydı; neredeyse tıpatıp aynı rokete Amerikalılar Saturn-5, Ruslar R2 adını taktı.
Bugün ABD hem ekonomide hem askeri güç olarak, hem de bilim ve teknolojide ilk sırada. Üstelik güçler ayrılığına dayanan çoğulcu bir demokrasi. Silikon Vadisi dünyanın gidişini değiştirdi. Ama Covid-19 pandemisinde ABD’nin o mali ve teknolojik üstünlüğünü halkın yararına kullanmadığı çok açık görüldü. Dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin ise Komünist Parti yönetiminde, çoğulcu demokrasi yok, ama bilim ve teknolojide o da ABD ile yarış halinde.
Komünizm adı altında bir hanedan rejimi kurulan Kuzey Kore’de üretilen bütün geliri daha uzağa giden füzeler yapmak için kullanan, örneğin halkı daha iyi beslemek için tarım teknolojisinde kullanmayan katı bir diktatörlük var. İran İslam Cumhuriyeti, petrol ve gaz gelirini neredeyse tamamen silaha yatırıyor ve nükleer programına. Bilim ve teknolojinin halkın yararında kullanılmamasının günümüzdeki en kötü örnekleri arasında.
Hayatta en hakiki mürşit
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir” diyen Mustafa Kemal Atatürk haklı. O cümle de dogmatik düşünceye karşı duruşun ifadesi. Ama sadece ilimle, fenle olmuyor görüldüğü gibi, bilim ve teknolojinin halktan yana yönetimler elinde değerlenmesi gerekiyor gerçek, insani ilerleme için.
Dolayısıyla korona salgını nedeniyle bilimin kıymetinin yeniden anlaşılmaya başlamasından yola çıkıp bunu dünyada daha otoriter, baskıcı rejimlerin kurulmasına panzehir gibi görmek doğru değil. Önceki MİT müsteşarlarından Sönmez Köksal, yakın geleceğimizdeki kara senaryolardan birini “tekno-otoriter kapitalizm” olarak tanımladı geçenlerde YetkinReport’taki değerlendirmesinde. Bu yeni tanımlanmakta olan bir kavram. Kapitalizmin “liberal” özelliklerini bir kenara bırakıp, yönetimlerin bilim ve teknoloji üretim ve kullanımını ele alarak bir tür devlet kapitalizmine geçişini anlatıyor. Hatta belki yüksek teknoloji şirketlerinin devletlerin ve uluslararası kuruluşların yönetimine gelmesini.
Yani, bilimsel ve teknolojik gelişim rüyalarımıza konu olabileceği gibi, kâbuslarımıza da konu olabilir. Bilim ve teknoloji, halkın refah ve adalet ihtiyacı cinsinden tahvil edildikçe değer kazanır; bu da adalet ve çoğulcu demokrasi kavramlarını içine sindirmiş yönetimlerin iş başında olmasına bağlı bir ihtimal.