Yaz genellikle rahatlama ve dinlenme mevsimidir. Aynı zamanda diplomatların en çok korktuğu dönemdir. Tarihe baktığınızda çoğu savaş ve çatışma Ağustos ayında başlamıştır. Bu nedenle Doğu Akdeniz’de ihtilaflı bölgelerde birbirine yakın seyreden Türk ve Yunan savaş gemileri ile yaşananlar alarma neden oldu. Yeni bir çatışmayı ateşleme endişesi oluştu. Neyse ki şimdilik soğukkanlı tutum galip geldi.
Tarihin hiçbir döneminde olmayacak kadar bilgiye erişilebilir bir çağda yaşıyor olsak da gerçek bilgilere sahip olmakta hâlâ zorlanıyoruz. Kimsenin tüm olguları gözden geçirecek sabrı yok ve bu nedenle güvenebileceğimiz veya rahat olduğumuz kaynaklara yönelmeyi, tercih ediyoruz. Bu da olayları farklı yorumlamamıza neden olabiliyor. Bir yorumu anlayabilmek için gerçekleri tam olarak bilmek gerekir. Aksi takdirde anlatı gerçek olur. İlk anlatıyı kim üretirse, genellikle öne çıkar ve ardından onu düzeltmek zorlu bir mücadele haline gelir. Bu noktada, Türkiye’nin tarihsel olarak, kendisiyle ilgili yapılan yorumları düzeltmekte güçlükler yaşadığını itiraf etmek gerekir. Bu durumun başka birçok nedeni var ama temelde bu da bir başka olgudur.
Yunanistan’ın Doğu Akdeniz suçlaması neydi?
En son örnek Doğu Akdeniz ile ilgilidir. Uluslararası basını okuduğunuzda, yapılan yorumlar tek taraflı görünüyor. İfadelerin ötesine ve gerçek durumun ne olduğuna bakmak zorlaşıyor. Yunanistan veya Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin söylediği her şeyi olduğu gibi kabul edilmeli mi? İfadelerine üstünkörü bir inceleme dahi yapılmayacak mı?
Örneğin Yunanistan yıllarca Türk jetlerinin Yunan hava sahasını ihlal ettiğini iddia etti. İstatistiklerine baktığınızda, sayıların nasıl yüksek olduğuna şaşıracaksınız. Geçerliliğinden hiç şüphe yok. Ancak dikkat edilmesi gereken husus perde arkasındaki gerçeğin ne olduğudur. NATO ve AB yetkilileri, Yunanistan’ın 10 millik bir hava sahası ileri sürdüğünü biliyor. Gerçi kimse tarafından kabul edilmese de dünyada bunu yapan tek ülke Yunanistan.
Hem Türkiye hem de Yunanistan NATO üyesi ve her iki ülke Ege’de karasularının altı mil olduğunu kabul ediyor. Normalde Yunan hava sahası aynı düzeni takip etmeli ve genişliği altı mil olmalıdır. Uluslararası hukuka göre, ulusal hava sahasının genişliği karasularınınkine karşılık gelmelidir. Bu, sivil havacılığa ilişkin 1944 Chicago Sözleşmesi’nin 1. ve 2. Maddelerinde açıkça yansıtılmaktadır. Böylece, tüm sözde “ihlaller”, aslında uluslararası hava sahası olan dört millik farkın içine giriyor. Bununla birlikte, Yunanistan “ihlal” iddiasını sürdürmeye devam ediyor, bu basına yansıyor ve ardından “iddiaları” gerçeğe dönüşüyor. Kamuoyunun ayrıntılara bakmaya vakti veya ilgisi yoktur. Ne yazık ki basın da konunun derinine inmiyor. Ancak sorumlu hükümetler yapmak zorundadır.
Kıbrıs Rum Kesimi ve “Türk işgali”
Türkiye aleyhine devam eden bir diğer suçlama da Kıbrıs ile ilgilidir. Sık sık, 1974’te bir “Türk işgali” ile ilgili basın haberlerini okurken, o sırada Yunanistan’ı yöneten Albayların Kıbrıs’ı Yunanistan ile birleştirmek için kışkırttığı darbeyi görmezsiniz. Bu nokta ya yazılmaz ya da çok kısa geçilir. Ada bölündükten sonra yıllarca Kıbrıslı Türklerin bir çözümle ilgilenmedikleri de ileri sürülmüştür. Bu iddia nihayet 2004’te adanın her iki tarafında yapılan referandumlarda Kıbrıs Türklerin BM’nin yeniden birleşme planını ezici bir şekilde desteklediğinde durdu. Kıbrıslı Rumlar, kuzey komşularıyla eşit olmayı kabullenemedikleri için plana karşı oy kullandılar.
Ancak bu, Kıbrıs Rum Kesimi’nin AB’ye katılmasını engellemedi. Dahası, AB’nin Kıbrıslı Türklerin tecrit durumunu hafifletmeye yönelik tüm vaatleri, Kıbrıslı Rumlar tarafından bloke edildi. O zamandan beri yapılan çok sayıda çaba ve müzakere bu sorunu çözmek için başarılı olamayınca BM nihayet pes etti.
Doğu Akdeniz’de sular ısınıyor
Kısa süre sonra Kıbrıs Rum Kesimi, Kıbrıslı Türklerin haklarını hiçe sayarak hidrokarbon faaliyetlerine başlayarak AB üyeliğini istismar etmeye başladı. İlk açık deniz sondajı 2011’de başladı ve BM himayesinde yapılan müteakip görüşmelerde bile devam etti. Yunanistan, Kıbrıs Rum, İsrail ve Mısır’ın bu girişime katılması, sadece Kıbrıslı Türklerin haklarının değil, Türkiye’nin de haklarının kısıtlanması anlamına geliyordu. Böylece Türkiye’ye bunun karşılığında attığı adımlara yönelik eleştiriler ve yorumlar yine inceleme yapılmadan başladı. Bir kez daha, öne sürülen iddiaları dengelemek için zorlu bir mücadele sürmektedir.
Doğu Akdeniz sıkıntılı bir dönem yaşıyor. Giderek daha tehlikeli hale geliyor. Diğer ülkeler taraf olduğunda durum daha da hassas hale geliyor. Özellikle müttefiklerin taraf tutması işleri daha da geriyor. İlginç olan, AB dayanışması ile NATO’nunkinin farklı olması.
AB çifte standarttan kaçınmalı
AB, durum değerlendirmelerinde titiz davranmalı ve iddiaları incelemeden hemen kabul etmemelidir. AB, uluslararası normları ihlal ederse üyelerini eleştirebilmelidir. AB, hukukun üstünlüğüyle ilgili ihlalleri nedeniyle Macaristan ve Polonya’yı kınayabiliyorsa, neden aynı şeyi dış ilişkilerde yapamıyor? AB çifte standartlardan kaçınmadıkça ve kendi belirlediği standartlara uymadıkça, güvenilir bir arabulucu olmayı beklememelidir.
Güven esastır ve Türkiye-AB ilişkileri bozulmaya devam ederken, ilgisiz konuları eklemek sadece iki tarafı daha da uzaklaştırır. Türkiye ile 2005 yılında katılım müzakereleri açıldıktan kısa bir süre sonra ve reform süreci hızlanırken, Türkiye kademeli olarak uzaklaştırıldı. Fransa’nın ve Almanya’nın Türkiye’nin üyeliğine muhalefetinin yanı sıra, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin AB üyeliği ve politikaları Türkiye’yi AB’den kopartmaya başladı ve katılım süreci zarar gördü. Öte yandan, diğer bazı AB üyeleri Kıbrıs’taki durumu bahane olarak kullanmaya devam ediyor. 2016 yazındaki darbe girişiminin ardından, ilişkiler daha da gerildi ve AB, Türkiye ile tüm diyaloğu durdurma gibi talihsiz bir karar bile aldı. Üstüne üstlük, üyelik sürecini tamamen sona erdirme tehditleri dahi dile getirilmektedir.
Türkiye-AB ilişkilerinde son durum
Türkiye katılım sürecinde tutulmuş olsaydı AB müktesebatı UNCLOS’u (Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesi) içerdiğinden, bu kadar vahim bir durumla karşılaşılmamış olunabilirdi. AB’nin uzun erimli görüşünün olmaması sadece Türkiye için değil AB açısından da üzücü.
Türkiye – AB ilişkilerinin mevcut durumu sürdürülecek gibi değil. Doğu Akdeniz’deki gelişmeler durumu daha da kötüleştiriyor. Tüm konuların kapsamlı bir şekilde değerlendirilmesi gerekirken bunun tek yöntemi diplomasidir. Diplomasinin işlemesi için ise istikrarlı ve sürdürülebilir bir diyalog başlamalıdır. AB’nin kendi çıkarlarına uzun vadeli bir bakışla bakmasının ve Türkiye’ye nasıl davrandığını yeniden değerlendirmesinin tam zamanı.