Hayal Kırıklığı
Eğer önceki kuşak Türk liderler ve Avrupa Birliği (AB) Devlet Adamları, yani 1963 Ortaklık Anlaşması ve 1971 Katma Protokolü gerçekleştiren kuşak, Türkiye-AB ilişkilerinin bugünkü halini görseydi muhakkak ki derin bir teessüre kapılırdı.
Türkiye’nin AB ile sanayi mamullerinde hemen yarım yüzyıldan bu yana her iki tarafın avantajına işleyen bir Gümrük Birliği var. Fakat bu Gümrük Birliğini izlemesi gereken tam üyelik, -AB’nin bir iki yıl öncesine kadar vaki – vaadlerine rağmen bir türlü gerçekleşmiyor. Gümrük Birliğinin güncelleşmesine ilişkin görüşmelere ise henüz bir türlü başlanılamadı.
Bu durumun sonucunda dünyada (örneğin Güney Kore gibi) bazı ülkeler AB ile bizden daha avantajlı ticari ilişkilere sahip oldu.
Üstüne üstlük Ege’de, deniz yataklarında enerji kaynaklarını arama hakları konusunda gerginlikler yaşanıyor. Yunan basınında aşırı derecede militan ve komşuluk ilişkilerine yaraşmayan yayınlar ve AB’ne, Yunanistan’ı Türkiye’ye karşı savunması için adeta bir askeri ittifak kurması için çağırılar yapılıyor.
Tutulmayan sözler
Bütün bu gürültü neden kopuyor? Her iki taraf, yani gerek Türkiye, gerek AB, bu tehlikeli gidişi durdurmak için ne yapmalı? Bu olumsuz ve riskli gelişmelerin kabahatini Türkiye tarafında ve Türkiye’nin ahiren izlediği politikalarda görenlerin bazı âşikâr gerçeklere göz kapatmayı yeğledikleri anlaşılıyor. Bu gerçeklerin başında Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik müracaatı yapalı neredeyse 40 yıl olması ve kendisine, tam üyeliğe ehil bir aday statüsüne sahip bulunduğu yolunda tekrar tekrar sözler verilmesi geliyor. Ayrıca 24 yıl önce Gümrük Birliği kararı alınmış olması, fakat Rumların Kıbrıs’ta çözüm sağlanmadan Birliğe kabul edilmesi dolayısıyla Türkiye’nin AB’nin dışında tutulması da yine başta gelen gerçekler arasında..
Öte yandan Kıbrıs’lı Rumlar tam üyelik müracaatını Türkiye’den yıllarca sonra yaptılar. Ada’da birleşme ve barışın sağlanması yolunda BM ve AB’nin önerileri için gerçekleştirilen halk oylamasında olumsuz oy kullandılar. Ama buna rağmen Birliğe, veto hakkına da sahip tam üye olarak kabul edildiler. Veto haklarını ise Türkiye’nin üyelik müracaatı aleyhine kullandılar.
Üstünlük taslama
1950’ler ve 1960’larda Türkiye ve Yunanistan’a karşı titizlikle eşit mesafede kalmaya özen gösteren AB ve Batı dünyası ise ileriki yıllarda bu tarafsız tutumunu terketti. Taraf tuttu ve 800.000 nüfuslu minik bir bölgeyi devlet olarak tanıdı. Şimdi ise AB dayanışması adına Türkiye’ye karşı Kıbrıs’lı Rumlarla birlikte hareket etmekte. Bu sadece baskıcı değil, aynı zamanda bir komşuya karşı üstünlük taslamayı ima eden davranış.
AB’nin, 83 milyonun üzerinde nüfusa sahip, stratejik önemi âşikâr, endüstriyel bir güç olan Türkiye gibi bir ülke ile, sonuçları belki üzerimizde yüzyıllara yayılacak izler bırakabilecek bir politika gütmeyi düşünebilmesi olağanüstü! Bu izlerin silinmez olduğu ve yaratacağı sakıncalar herkes tarafından bilinir. Ama tüm bunlara rağmen Türkiye’nin bu sonuçlara razı olmaktan başka çaresi olmadığının sanılması, sözkonusu politikaların habis etkilerini ortadan kaldırmıyor. Bu tür dışlayıcı ve yalnızlaştırıcı tutumlar, baraj kapaklarının açılması misali, tarihin akışını, birbirini takip eden kırgınlıklar ve istikrarsızlıklarla köpürterek sertleştirmekten başka sonuç vermez.
Duvar
Bugün Türkiye, Ege deniz tabanındaki haklarını Güney kıyılarının daracık bir alanına sıkıştıran komşusu Yunanistan’ın sırf inanılmaz haritalarla ortaya çıkması dolayısıyla alarme olmuş değil.
Aynı zamanda Doğu Akdeniz’deki enerji düzenlemelerinin Türkiye’nin önüne bir nevi duvar örmesi veya Türkiye’yi bloke etmesinden de endişe duyuyor.
Doğu Akdeniz gazının Yunanistan’a ve Balkanlar’a sevkinde en ucuz ve en etkili güzergâhın, Türkiye üzerinden planlanan ve yılda 10 milyar metreküp gaz akıtacak 1,900 km Doğu Akdeniz boruhattı olduğu biliniyor. Avrasya Interconnector’ü adı verilen paralel bir proje ise elekrik akımı için aynı işlevi görecek. Oysa şimdi Doğu Akdeniz’de en büyük ve (adalar hariç) en uzun deniz kıyısına sahip olan Türkiye’nin dışlanması için önüne bir duvar veya engel inşa ediliyor.
AB’nin sorumluluğu
Türkiye’nin yanıtının bu koşullar altında yüksek sesli ve öfkeli çıkması tabii ki şaşırtıcı olamaz.
Öncelikle, AB’nin Türkiye’nin üyeliğini reddetmesi şimdi de ülkemizi enerji işbirliğinden ve arama haklarından dışlamaya kalkışması ve Türkiye’nin buna haklı itirazlarını şeytanlaştırması… Bütün bunlar bölgede doğal olarak gerginliği arttırmakta ve durumu özellikle tehlikeli hale sokmakta. Ege’de şu veya bu şekilde felaketlere yol açacak bir karşılaşma zuhur edecek olursa, gelecek kuşakların bundan, son iki yıldan bu yana Türkiye’ye karşı tek taraflı dışlayıcı politikalar uygulayarak bu çatışmanın ön koşullarını hazırlayan AB’yi sorumlu tutacakları muhakkak.
Çözüm empati ve uzlaşmada
Bu durumda ne yapılabilir? Birincisi Türkiye’de herkes Yunanistan ile mevcut gerginliğin sona ermesini istiyor. Bunun da yolu, Ankara ile Atina arasında, şimdi gerçekleştirilmesine çalışıldığı gibi uzlaşıcı bir zihniyetle müzakerelere başlanmasından geçmekte. Bunun anlamı da, Brüksel, Berlin ve öteki başkentlerin Atina’ya Türkiye’ye karşı bir vendetta’nın Avrupa Birliği’nden destek bulamayacağını, fakat uzlaşıcı tutumumun takdir göreceğini anlatmaları olacaktır.
İkincisi Brüksel’in Türkiye ile ticaret ve yatırımların geliştirilmesi yolları üzerinde düşünmesi gerekiyor. Türkiye’ye yaptırım uygulanması gibi halen duyulmakta olan zecri önlemler ilişkileri iyileştirmez. Aksine çok daha kötüleştirir. AB’nin Gümrük Birliğini güncelleştirmekte ayak sürmeye devam etmesi halinde, Türkiye’nin Gümrük Birliğine alternatifler araması gerektiğini savunan ekonomistlerin sesi her geçen gün daha fazla duyuluyor. Nihayet Türk vatandaşlarının Avrupa’ya seyahatleri için vize kısıtlamalarının bazı yönlerinin hafifletilmesi ve hatta uygulanmaya başlanması bu yollar arasında yer alıyor.
AB, Birlik içinde Türkiye ile silahlı çatışmayı arzu eden güçler tarafından kurgulanan bir kavgaya doğru sürüklenebilir. Bunun bedelinin her iki taraf için son derece ağır olacağı açık. Fakat Türkiye gerek büyüklüğü ve gerek sahip olduğu başka alternatiflerle bu bedelin altından kalkar. Bu günlerde bazı başkentlerde oldukça sık duyulduğu gibi, Türkiye’ye karşı tatsız ve düşmanca retoriklere saplanıp kalmak yerine Birliğin ilk adım olarak Türk vatandaşlarının gözünde nasıl göründüğünü anlamasını sağlayan bir empati hamlesi gerçekleştirmesi daha yerinde olacaktır. Çünkü hatırı sayılır sayıda sıradan Türk vatandaşı son 20 yıllık dönemde AB ile daha yakın ve daha sağlam partnerlik ilişkileri geliştirme arzusu gösterdi. Ama aldıkları karşılık sadece red cevabı ve husumet oldu.