Türkiye son aylarda, çevresinde ve daha geniş alanlarda uzun süredir ilişkileri kopuk veya gergin olan ülkeler ve güç merkezleriyle arasını düzeltmek için ciddi girişimlere başladı.
Bu çerçevede ilk aşamada Ermenistan, Mısır, Suudi Arabistan, BAE, İsrail, Libya gibi bölge ülkelerine yönelik diplomatik adımlar dikkati çekiyor. Ermenistan ile doğrudan ilk temas iki ülke özel temsilcileri arasında 14 Ocak’ta Moskova’da yapılıyor. Mısır konusunda Müslüman kardeşlerin Türkiye’deki faaliyetlerine kısıtlama getirilmesi, ayrıca İsrail konusunda iki ülke arasında karşılıklı Büyükelçi teati edilmesi gibi önlemlerden bahsediliyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın Musevi Lobisi temsilcilerine Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin Orta Doğu’daki istikrar için önemine değinen beyanları var. Aynı şekilde BAE’nin Türk Bankalarına büyük yatırımlarının gündeme gelmesi, Prens Muhammed Bin Zayed’in Ankara’ya gelişi, Erdoğan’ın planlanan BAE ve Suudi Arabistan ziyareti, Türkiye’nin kendi bölgesinde ve dünyada birkaç yıldan beri içinde bulunduğu yalnızlıktan kurtulma isteğini kanıtlıyor.
Gerginlikleri azaltma çabası
Bölgede Suriye, Irak ve bir ölçüde de İran gibi ülkelerle ilişkilerimiz ise daha karmaşık unsurlar barındırmakta. Bu ülkelerle ilişkilerimizde olası gelişmeler hakkında bu aşamada bir tahminde bulunmak için zaman henüz erken. Öte yandan Batı’da ABD, Avrupa Birliği gibi geleneksel büyük müttefiklerimizle ve yine bölgede Rusya gibi önemli bir komşumuzla inişli çıkışlı ilişkilerimizin sık sık gerginliklere maruz kaldığı malum. Diplomasimizin bu gerginlik siyasetinden uzaklaşılması yönünde yeni eğilimleri doğrultusunda Yönetimimizin ABD, AB ve Rusya ile de sorunları azaltmak ve mevcut işbirliği süreçlerini daha ileri düzeylere çıkarmak istediği sonucuna varılabilir. Bu yumuşama sürecine dair örneklerin sayısını uzatmak kabil.
Ama daha temel bir tespit dış politikanın her şeyden evvel bir vizyon konusu olduğu gerçekliğidir. Değerler, Çıkarlar ve Dönüşüm Kitabında da vurguladığımız üzere, diplomatik atılımlar ancak uzun soluklu belli bir vizyona bağlıysa etki ve güven yaratır. Perakende, parça başı diplomasiyle kalıcı sonuçlara varmak mümkün değil. Türkiye özelinde bu vizyon, dışarda barış ve işbirliği, içerde ise laiklik, temel hak ve özgürlüklere yaslanan demokrasidir.
Vizyon ve güven
Dış politikamızda maruz kaldığımız savrulmaların ve iç siyasetimizde yaşadığımız kutuplaşmaların başlıca nedeninin güvensizlikten kaynaklandığını biliyoruz. Uluslararası ilişkilerde karşılıklı güven, aynen kişisel ilişkilerde olduğu gibi kolayca kaybolabiliyor. Fakat bir kere kaybolduktan sonra bir daha kolayca yerine konulamıyor.
Yalnızlıktan kurtulmak için şimdi attığımız bu telafi adımları aslında dış politika kararlarımızın son yıllarda maruz kaldığı isabetsizliği de kanıtlıyor. Bu alandaki adımlarımız, her ne kadar olumlu ve yapıcı girişimler olsa da bir bütünlük içinde atılmadığı ve kökleri boşlukta kaldığı sürece uluslararasında kaybettiğimiz güveni geri getirmek için yeterli olmaz.
İlişkilerimizin karşılıklı güven temelinde yeniden kurulmasını gerçekten istiyorsak, bu yönde girişilecek teşebbüslerin birkaç ayı veya birkaç yılı değil, orta, hatta uzun vade gözetilerek gerçekleştirilmesi gerekiyor. Bölgesel partnerlerimiz ve Batılı müttefiklerimiz bu açılımlarımıza yanıt vermek için her şeyden önce yaklaşan genel seçimlerin sonuçlarını bekleyeceklerdir.
Türkiye bu duruma nasıl geldi?
Son on yıldan beri kendimize sık sık sorduğumuz bu sorunun yanıtı, Cumhuriyetimizin kuruluş felsefesinde yer alan temel ilkelerden zaman içerisinde tedricen uzaklaşmamızda yatıyor. Temel ilkeler aslında toplumun asgari müşterekleridir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkeleri Laiklik, Barış, Milli Birlik, İstikrar, Refah, Güvenlik, Toprak Bütünlüğü, Egemenlik, Bağımsızlık ve Devrimler, yani Değişim olarak özetlenebilir.
Türkiye Cumhuriyeti bu ilkeleri kuruluşundan 2000’li yılların takriben ilk on yılına kadar pragmatizm ve gerçekçilik çerçevesinde ve oldukça sürekli biçimde uygulamaya çalışmıştır. Bu çabalar, geçen yüz yıl içinde dünyada ve bölgede meydana gelen iki dünya savaşı ve sayısız kanlı bölgesel çatışmalar ve gerginlikler sebebiyle, her ne kadar zaman zaman ciddi şekilde olumsuz etkilenmişse de dünya alt üst olurken Türkiye Hükümetleri, bu ilkelere bağlılıkları sayesinde Türkiye’nin barış, güvenlik, egemenlik, bağımsızlık ve toprak bütünlüğünü korumayı başarmıştır.
Değişim ve Laiklik ilkeleri
Ancak Değişim ve Laiklik ilkeleri konusunda başarıdan söz etmek muhakkak ki mümkün değil.
Aynı şekilde pek çok sebepten kaynaklanan kutuplaşmalarımızı da bu zaman içinde gideremedik. Bu başarısızlığımız milli birlik ve beraberliğimizi de olumsuz etkiledi.
Önce değişim ilkesi üzerinde duracak olursak bu ilkenin dinamik bir kavram olduğunu belirtelim.
Burada “Değişim” sözcüğü ile çağdaşlaşmanın, yani dünyada her alanda meydana gelen ilerlemenin akışına ayak uydurmaktan söz etmekteyiz. Cumhuriyet ideali, gerisinde kalınmış dünya standartlarını yakalamak ve onlara öncülük edebilmek idealidir. Değişim hedefi, Türkiye’nin dünyada sadece bilimsel alanda değil, aynı zamanda siyasi, sosyal, kültürel, insani ve fikri gelişmeleri ıskalamaması, hatta bu gelişmelere öncülük etmeye çalışması hedefini ima eder. Başka deyişle bu ilke insanlığın ileriye doğru ortak yürüyüşüne Türkiye’nin de katılabilmesi ve uygarlığın ilerletilmesine öncülük eden çağdaşlaşma hareketlerinin içinde yer alabilmesi idealidir. Bunun anlamı ülkenin terakki düzeyinin belli bir zaman dilimine hapsedilip orada dondurulmaması, kendi içine kapanmaması ve ülkenin sürekli değişen dünya ile birlikte, kendisinin de sürekli ileri yönde değişim göstermesidir.
Laikliğin korunamaması
Bu değişimin nihai hedefi ise milli birlik ve refah içinde, istikrarlı bir demokrasiye erişilmesidir.
Böyle bir demokrasi tabii ki toplumun kırılgan kesimlerini koruyan sosyal nitelikte ve aynı zamanda bağımsız ve tarafsız yargıya sahip adil bir demokrasi olmalıdır. Son yüz yıl süresince ülkemizde çağdaşlaşmanın bu kapsamda anlaşılamaması ve dış dünyaya ve bilhassa Batı’ya karşı şüphecilik ve özellikle laiklikten uzaklaşmamız Cumhuriyetin kuruluşunun ilk 15 yılı hariç, İkinci Dünya Savaşının bitiminden itibaren ve tüm Soğuk Savaş boyunca modernliğe geçişimizi engellemiş ve dış politika kararlarının alınması ve uygulanmasında da olumsuz rol oynamıştır.
Demokrasinin ön şartı olan ve Cumhuriyetimizin refah ve güvenliğinin köşe taşını oluşturan “Laikliğin” anlamı kişisel politik görüşlerle dini inançlar arasında ayırımı ifade eder. Ne yazık ki aynen “Değişim” ilkesi gibi “Laiklik” ilkesi de Cumhuriyetimizin ilerleyen yıllarında işlevsizleştirilmiştir.
Demokrasi, hukukun üstünlüğüne dayalı şeffaf bir yönetimin, eşit vatandaşların oluşturduğu bir toplum tarafından serbest seçimlerle açıklanan gönüllü iradeyle gerçekleştirilir.
Din ve devlet işleri ayrılmadan
Egemenliğin hesap verme sorumluluğu olmayan tek bir ferde değil, fakat kadın erkek eşitliği temelinde, milletin tamamına ait olduğunun kabul edilebilmesi anlamını taşır.
Bu sürecin gerçekleşebilmesi ancak dini veya keyfi bir otoritenin baskısının ortadan kalkmasına bağlıdır. Bu baskı kalkmadan eleştirel bir toplum doğamaz. Demokrasi ancak eleştirel bir toplumun oluşması ve gelişmesiyle yaşama geçer ve olgunlaşır.
Din, eleştiriye açık değildir. Din ve devlet işleri ayırılmadan, yani dinin ait olduğu uhrevi alemde, devlet işlerinin ise ait olduğu dünyevi alemdeki yerlerine yerleşmeden bir ülkede hukukun üstünlüğüne ve millet egemenliğine dayalı bir demokrasi gelişemez.
Laiklik iç ve dış güvenliğimizin ve çağdaş ve aydınlık bir eğitim idealinin de ön şartını oluşturuyor. Türkiye’de bu yaşamsal gerçeklerin anlaşılamaması sadece demokrasi alanında değil, aynı zamanda başta eğitim alanı olmak üzere birçok konuda vahim iç ve dış güvenlik sorunları yarattı. Laikliğin korunmaması gelecek nesillerin önünü kapar. Cumhuriyetimizi temellerinden çökertir. Dolayısıyla yüzyıldan beri laikliğin yıpranmasını önleyememekteki başarısızlığımız, dış politikamızın oluşturulması ve uygulanmasında da en ciddi yapısal sorunlarımızdan birini oluşturuyor.
Sonuç
Dış ilişkilerimizde kaybettiğimiz karşılıklı güveni yeniden kazanma yolunda bir iradeye sahipsek bu iradeyi, tekrar edelim, derinlikten yoksun, birbirinden kopuk münferit adımlarla gerçekleştiremeyiz. Bu atılımları ancak Cumhuriyetimizin kurucu ilkelerinin aydınlattığı vizyon doğrultusunda kalıcı bir bütünlük içinde gerçekleştirebilmemiz gerekiyor. Bu amacımıza ulaşmamızın yolu ise temel ilkelerden uzaklaşmamızdan değil, aksine onlara daha sıkı sarılarak sahip çıkmamızdan geçiyor.