Fransa’da cumhurbaşkanlığı seçimini 10 Nisan’daki ilk turda kazanan çıkmadı. Mevcut cumhurbaşkanı, “Le République en Marche – İlerleyen Cumhuriyet” Partisi adayı Emmanuel Macron yüzde 28,6, “Rassemblement National – Milli Birleşme” Partisi adayı Marine Le Pen ise yüzde 23,9 ile en yüksek oy alan iki aday olarak 24 Nisan’daki ikinci tur oylamaya kaldılar. Özetle Fransa’da cumhurbaşkanlığı için sağ ve aşırı sağ adaylar yarışacak.
Popülist solcu “La France Insoumise – Boyun Eğmeyen Fransa” partisi adayı Jean-Luc Mélenchon” ise yüzde 20,4 ile üçüncü sırada kalıp elendi. Ancak bu oy oranıyla muhtemelen yeni dönemde etkili olacak; eğer söz verdiği gibi siyaseti bırakmazsa. İki seçim öncesi iktidarda olan Sosyalist Partinin Paris Belediye Başkanı olan adayı Anne Hidalgo’nun aldığı yüzde 1,7 oy ise gerçekten acıklı.
Avrupa Birliğinin merkez ülkelerinden Almanya’daki seçimleri Alman Sosyaldemokrat Partisi (SPD) kazanmış, Yeşiller ve liberal Hür Demokratlarla hükümet kurmuştu. Fransa’da ise Macron yeniden seçilse dahi yepyeni bir siyasi iklim hüküm sürecek gibi.
Fransa’da ve Türkiye’de ekonomi-politik
Fransa’da seçimi belirleyen siyasi dengeler Covid-19, ardından Ukrayna krizlerinden etkilenen ekonomik sorunlar ve İslam siyaseti üzerinde kuruldu. Ekonomik sorunlar dediysek, dünyanın 7’inci, AB’nin 2’inci büyük ve geçen yıl yüzde 7 büyümüş ekonomiden söz ediyoruz; her ne kadar biz sadece Çin ve Türkiye’nin büyüdüğüne inandırılmaya çalışıyor olsak da.
İşsizlik azalıyor. Yüksek enflasyon deyince bizdeki gibi resmî rakamlarla yüzde 60 küsurlardan değil, yüzde 5 küsurdan söz ediliyor. Fransa’da gıda ürünleri enflasyonu ise Türkiye’deki gibi yüzde 70 değil, yüzde 2,5. En büyük şikâyet doğal gaz fiyatlarının yüzde 29’a yakın artmasına. Konutlara yüzde 35, sanayiye yüzde 50 yapılan son zam öncesinde de Türkiye Avrupa doğal gaz zam birinciliğini ortala yüzde 47 ile elinde tutuyordu.
Türkiye’de yarış muhafazakâr-milliyetçi sağ ittifak ile muhafazakâr-milliyetçi sağ ile ittifak içindeki merkez sol arasında geçecek. Olumluyarak söylemiyorum; dünyadaki genel sağa kayışla uyumlu. Ekonomi en büyük sorun, rakamları az önce verdim. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ekonomiyi dış politika manevralarıyla lehine çevirme çabasında.
Muhalefet değişimi görebiliyor mu?
Türkiye’de iktidarın “dışarıda da böyle” bahanesi, halkın geçim sıkıntısı içindeki çoğunluğunu daha ne kadar oyalayabilecek? Önce korona sonra Ukrayna krizleri tabloyu ağırlaştırdı, doğru. Ama Türkiye’yi onlardan önce vuran ve 2018’de Erdoğan’ın tek otorite olarak yeniden seçilmesiyle beraber gelen “faiz neden, enflasyon sonuç” krizi vurmaya başlamıştı Türkiye’yi; hala da vuruyor.
Erdoğan, dış yatırımların kesilmesinde hukuk devleti ilkelerinden uzaklaşıyor olmasının payını görmezden gelip sadece şahin dış politikayı değiştirmekle ekonomiyi düzelteceğini umuyor. ABD’deki Joe Biden yönetimiyle uyumlu şekilde Ermenistan, İsrail, BAE ve şimdi de Suudi Arabistan’la yaraları sarıp kendisine 2023’te seçim ekonomisi uygulayabilecek kaynak sağlamaya çalışıyor.
Peki muhalefetin “Her şey çok güzel olacak” demek dışında bir ekonomi politikası alternatifi var mı? Henüz yok. Muhalefetin dış politikada bir alternatifi var mı? Hükümetin adımlarına tepkisel -ve gayet modası geçmiş tepkisel- çıkışlar dışında o da yok. Sosyal politikalar konusunda alternatifler üretiliyor, o da iktidarın ağır mali baskısı altındaki büyükşehir belediyelerinin sayesinde. Muhalefet dünyadaki değişimi saptayamıyor.
Liberal rüyaların yerini otoriter kabuslar alıyor
Önce Türkiye’nin de dünyadaki değişim rüzgârının bir parçası olduğunu kabul etmek gerekiyor. Artık “dünya” deyince sadece batı dünyasını anlamamız gerekmiyor. Sadece ileri demokrasileri anlamamız da gerekmiyor. Kaldı ki, ileri demokrasilerde dahi otoriterleşme, sağa kayma eğilimleri görülüyor.
Seçimle iş başına gelenler, seçimle gitmemek için her türlü tertibe başvuruyor. Sadece Türkiye’yi kast etmiyorum. Ekonomisi Fatih İlçesi kadar olan AB üyesi Macaristan’dan dünyanın en kalabalık demokrasisi olan Hindistan’a kadar durum budur.
Otuz yıl önce Sovyetler Birliğinin dağılınca ortaya atılıp pek moda olan “Tarihin sonu”, “NATO’nun sonu”, “Ulus devletin sonu” gibi liberal fantezilerin sonunun geldiğine karamsarlık içinde tanık oluyoruz: liberal rüyaların yerini otoriter kabuslar alıyor. Bilişsel devrim bireyleri özgürleşme görüntüsüyle atomize ederken güçlüleri daha da güçlendiriyor.
Ekonomi-politik alt üst oluş
ABD hala dünyanın en büyük ekonomik, askeri ve bilişsel gücü; ancak eski yaptırım gücünden uzak. Barack Obama’dan başlayarak, evdeki hesaplar çarşıya uymamaya başladı. Artık Çin var, dünyanın ikinci gücü olarak. Ukrayna Krizinden neredeyse hiçbir şey yapmadan ve söylemeden en az zararla çıkıyor.
Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’in önce Suriye, sonra Ukrayna hamlelerini işte bu tablo içinde askeri gücüyle ağırlığını koyup durumu dengeleme çabası olarak okumak mümkün. Biden ile bir “yeni küresel anlaşmaya” varıp “Bensiz nereye?” meydan okumasıyla dünyaya birlikte şekil verebileceği hayalinde.
Ukrayna Krizi, Avrupa Birliğinin ABD’nin askeri desteği olmadan kendi başına ancak bir ekonomi ve kültür odağı olarak kalacağını gösterdi ki, göçmenler üzerinden yabancı düşmanlığı ve ırkçılıkta hızlı eskiye dönüş eğilimleri kültür konusunu da tartışmalı hale getirdi. AB’de hükümetler, halkın itirazına karşı (Almanya başta) hızla silahlanıyor. Fransa’da Le Pen’in kazanması halinde AB çok daha tehlikeli bir belirsizliğe savrulabilir.
Afrika yeniden küresel ve bölgesel güçlerin mücadele alanına dönüşüyor.
Türkiye: değişimi görenler ve göremeyenler
Türkiye bu alt üst oluş içinde zaten bir süredir daha etkin rol arayışında. Erdoğan’ın “Dünya beşten büyüktür” sloganı bunun göstergesi. Kendisine biçilmiş rolden daha etkili bir konuma geçme arayışı 15 Temmuz 2016 darbe girişiminden itibaren kuvveden fiile geçmiş durumda.
Ukrayna Krizi, Erdoğan’ın ekonomi politikasının 2021 Aralık ayında dibe vurması ardından etkilerinin arttığı bir sırada geldi. Erdoğan kıvrak diplomatik manevralarla uluslararası siyasi yalıtımını kırmayı başardı, Türkiye de kendisi de öne çıktı. ABD’nin F-16 satışı için yeşil ışık yakması bunun göstergelerinden biri.
Ancak Türkiye bu yolla kısa vadede güç kazanırken uzun vadede en önemli değerlerinden birisini yitiriyor. O da İslam dünyasında tek laik, çoğulcu demokratik, serbest ekonomiye sahip sosyal hukuk devleti olma özelliğidir. Erdoğan ise ABD ve AB’nin siyasi-askeri çıkarlarıyla uyum içinde görünüp bunu seçim ekonomisine dönüştürmeye çalışıyor. Uluslararası hukuk nasıl olsa dünyada da her gün çiğneniyor anlayışı hâkim iktidarda.
Muhalefetin bu tabloyu değiştirmesi için öncelikle dünyadaki ve Türkiye’deki değişimi doğru saptayıp siyaset revizyonuna gidebilmesi, bunu yapabilecek kadrolarla yürümesi gerekiyor.