Bugünlerde Hükümet adına açıklama yapanlardan artık kanıksadığımız bir ifadeyi, bıktırırcasına sürekli duyuyoruz: “360 derecelik bakışla, dostluk üzerine kurulu bir dış politika izliyoruz”.
Kastedilen herhalde dış politika kurgulanırken, enine boyuna düşünülerek, her yönüyle değerlendirme yapılıp karar alındığı olmalı. Oysa, uygulamaya bakılınca bunun algı yaratmaya yönelik bir manipülasyondan ibaret olduğu görülüyor. Geniş ölçekli bir değerlendirme, sahte algının sakladığı temel yanlışları, yaşadığımız savrulmaları ve kendi eserimiz olan enkazın görüntüsünü ortaya koyuyor.
360 derecelik açıyla daire çizmek, çevremize tüm boyutlarıyla bakmak anlamına geliyor. Ancak, saklı bir anlamı daha var: Daireyi çizerken, başladığımız noktaya dönmek. Atalarımız, günlük dilde bunu, boş yere çekilen meşakkatin beyhudeliğine dikkat çekmek amacıyla, ‘az gittik, uz gittik, bir de dönüp baktık ki bir arpa boyu yol gittik” meseliyle dile getirmişler. Bu vaziyeti anlatan bir başka mesel daha var: “Dimyat’a (Mısır) pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak”. İhtiyatsız, öngörüsüz ve hesapsız maceraların katlanılması gereken sonuçları olduğunu hatırda tutmayı öğütlüyor.
Hubris sendromu ve Mesih özentiliği
Sorulması gereken ilk soru, bu aşamaya nasıl geldiğimiz olmalı. Aslında, sorunun cevabı basit. Büyük ölçüde hesap hataları, ölçüsüz, maceracı politikalar, kibirli cüretkârlık, güç zehirlenmesi ve tüm bu zaafları örtülemeyi amaçlayan milliyetçi-popülizm bizi bu aşamaya getirdi.
Eski Çağ mitolojisi, tragedyaları ve felsefi aforizmaları, insanoğlunu en büyük düşmanı olan kibir, ölçüsüz gurur, azamet, haset ve kurtarıcı Mesih, ya da Mehdi özentiliğinden kaçınma konusunda uyarır. Hybris adlı perinin simgelediği bu aşırılık ve hakikatten kopma hali lanetlenirken, kibir ve küstahlığın er geç intikam tanrıçası Nemesis’in gazabına uğrayacağı anlatılır. Bu kavramların psikolojide de karşılığı vardır: Hubris sendromu, toplumların gelişmesinde, içgüdüsel hareketlere, dürtülerin kontrol edilememesine, empati yoksunluğuna, eleştiriye kapalı olmaya, hesapsız risk değerlendirmelerine, yanlış kararlara ve adımlara, başkalarına zarar vermeye ve sonunda kaçınılmaz çöküşe sebep olur.
Kısacası, Nemesis, kaçınılmaz çöküşün bizatihi kendisidir.
Hızlı bir yakın tarih okuması
Yakın geçmişin Türk dış politikası, Türkiye’nin genel durumu gibi, bu halin açık emarelerini ortaya koyuyor.
Geçen on yıl zarfında, dış koşullara bağlı devasa miktarda ucuz maliyetli kredilerle borçlanmanın yarattığı suni refah balonu şartların değişmesiyle sönümlendi. Şişirilmiş özgüvenle dünyanın ‘adalet terazisi’ rolüne soyunan Türkiye’nin dış politikası, duvara vurdu. İdeolojik hırsların kamçıladığı ölçüsüz siyasi çıkışlar itibarımızı zedeledi. 2009 kışında Davos’ta yapılan Dünya Ekonomik Forumu sırasında İsrail’i azarlayarak girdiğimiz bu yolda birbirini izleyen adımlar bizi bir yalnızlık çemberine hapsetti.
Mesele sadece İsrail değil elbette. İsrail’in ezeli hasımları komşularımız Arap ülkelerini de sırasıyla kendimize düşmanlaştırdık. Bölgemizde ‘oyun kurucu’ olma iddialarımız, çözümün değil sorunların tarafı haline gelmekle sonuçlandı. Güvenilirliğimizi, saygınlığımızı ve ağırlığımızı yitirdik. Kuzey Afrika’dan Hint Okyanusu’na uzanan geniş bir coğrafyada yalnızlığa terkedilen ve dışlanan bir ülke konumuna düştük. Eskiden dostumuz olan birçok ülkeyi Türkiye karşıtı pozisyon almaya zorladık. Özetle, dümeni bozulan gemiyi karaya oturtup, omurgasını kırma ‘başarısı’nı gösterdik.
Yakın dönemdeki çalkantılar
Örneği ne Osmanlı ne Cumhuriyet Türkiye’sinde görülmüş bu gelişmeden sadece bölgemizdeki ülkelerle değil, uzak çevremizdeki ortaklarımızla ve müttefiklerimizle ilişkilerimiz de nasibini aldı.
Nitekim, ABD, NATO ve Avrupa Birliği üyesi ülkelerle ilişkilerimizin mevcut durumu bu yıkımı gayet iyi anlatıyor. Bu kadar uzun sürede Kıbrıs meselesinin çözümünde hiçbir mesafe alamadık. Komşumuz Yunanistan ile kâh kol kola, kâh çatışmanın eşiğinde tutarsız bir ilişki yürütür olduk. Görünürdeki sükûnete rağmen İran’la ilişkilerimizi gerginlik havasından bir türlü kurtaramadık. İçinde bulunduğumuz ciddi ekonomik sıkıntılar yüzünden, ittifak çıkarlarını tamamen göz ardı ederek, Rusya ile dengesiz ve sahte bir ‘dostluk’ politikası izlemeye mecbur kaldık.
‘Dünya beşten büyüktür’ çıkışıyla âleme nizam verme girişimlerimizin küresel plânda sebep olduğu rahatsızlığı, sırf bu söylemin iç siyasette iktidar lehine geçici heyecanlar yaratması yüzünden görmezden geldik.
Çıkmaz sokakta geçirdiğimiz on küsur yıldan tam anlamıyla bir ders çıkardığımızı söylemek mümkün değil. Belki, ‘sahada ve masada’ birbiri ardına aldığımız darbelerle, kendi Nemesis’imizle yüzleştik, içimizdeki Hybris ateşi közlendi.
Gemi kayalıklara doğru giderken
Ancak, bu ateşin hâlâ için için yanmaya devam ettiğini son zamanlardaki tutarsız ve ölçüsüz açıklamalarımızdan görüyoruz.
Yarattığımız büyük maliyetler ve içinde bulunduğumuz ekonomik çöküntü yüzünden, son zamanlarda gönülsüzce benimsediğimiz bir dost ülke rolünün gereklerini yerine getirmeye çalışıyoruz. Aklıselim davrandığımız, husumetleri dostluğa çevirme gayreti içinde olduğumuz görüntüsünü vermeye çalışıyoruz.
Oysa, gerçekte olan, geçen on yıl içinde, Türk dış politikasının kendi etrafında 360 derecelik baş döndürücü savrulma turunu başarısızlıkla tamamlamış olmasıdır. Duvara çarparak ve dağılarak durabildik. ‘Her tükeniş yeni bir başlangıçtır’ misali, mevcut halimiz bu kabullenişi aksettiriyor.
Kanımca, “360 derecelik bakışla, dostluk üzerine kurulu bir dış politika izliyoruz” söyleminin sakladığı yegâne hakikat budur. Gücümüzün sınırlarını sınadığımız bu macerada başladığımız noktaya döndük. Bu, kaçınılmazdı. Şimdi doğru olan tek şey, kuşkuyla karşılanıp samimiyeti sorgulansa da dostlukları ihya etme çabamızın isabetinde yatıyor. Fakat, unutmayalım, on yıllık zaman zarfında ısrarla izlediğimiz hatalı politikalar yüzünden, verimli ve kazanımlar elde edebileceğimiz ortaklıkları gereksiz yere gölgeledik.
Orta Doğu ülkeleriyle ilişkilerin hali
Bu süreçte güven ve itibar kaybettik. Öngörülebilir bir ülke olma özelliğimizi yitirdik. Daha kötüsü, bu zafiyet hali, Türkiye’yi istendiğinde kolayca taviz koparılabilecek bir ülke haline getirdi.
O halde, şu saptamaları yapmamız yerinde olabilir: İç politikanın ‘yankı odaları’nda başka türlü takdim etmeye çalışsak da on küsur yıllık bu çalkantılı dönem boyunca girdiğimiz popülist, çelişkili, sert politika dönemeçlerinden yara bere içinde çıktık.
Bölgemizde, özellikle Orta Doğu’da o denli yalnızlaştık ki, bu durum artık açıklanabilir ve sürdürülebilir olmaktan çıktı. Gündelik politikalarla yaşıyor, dünü hatırlamak istemiyoruz. İsrail ve Arap ülkeleriyle buyurgan değil, olması gerektiği gibi, karşılıklı saygıya dayalı, dengeli ve dostane ilişkiler kurmamız gerektiğini kabule zorlandık. Olguların dikte ettiği bu değişim ve dönüşüm şimdi Suriye ile ilişkilerimizi tanımlıyor. Hamas’la aramıza mesafe koymakla İsrail’i, Müslüman Kardeşler’den uzaklaşmakla Mısır ve Körfez-Arap ülkelerini, henüz ne olduğunu anlayamadığımız bir yöntemle de Suriye’yi ‘samimi’ dostluğumuza ikna etmeye çalışıyoruz. Mısır aceleci davranmıyor, Suriye’den gelişebilecek tepkilerse belirsizliğini koruyor.
Ve batı, ABD, AB, NATO
Pergelin ayağını açarak ABD, AB, NATO, Rusya boyutlarına baktığımızda benzer maliyetler oluştuğunu görüyoruz. 2,5 milyar dolar ödeyerek satın aldığımız, gerçek maksadı belirsiz S-400 savunma sistemi şimdilik pahalı bir ‘depo süsü’ halinde duruyor.
Hava savunma sistemi polemiği yaratarak, “Dimyat’a pirince giderken”, kurucu ortağı olduğumuz F-35 programından atıldık. Şimdi, bir zamanlar üretiminde yer aldığımız F-16 uçaklarını satın almakta zorlanıyoruz. Yani, “evdeki bulgurdan olduk”.
NATO’nun radikal bir dönüşüm geçirerek, tarafsız ülke statüsündeki İsveç ve Finlandiya’yı üye olarak kabulünü “terörizmle mücadele” gerekçesiyle engelleyen, sonradan bu engeli ağır maliyetini göze alamayarak kaldıran NATO’nun 70 yıllık üyesi konumundayız. Bu arada, aynı PKK/PYD/YPG/SDG oluşumunun Moskova’da temsilciliği olduğunu görmezden gelmeyi sürdürüyoruz. Yine aynı oluşumun Suriye’deki temsilcisi olan ve Ankara’da resmi kabul gören Salih Müslim’in, 2013’de ‘Esad Rejimi’ne karşı mücadele teklifimizi geri çevirdiğinde bir anda ‘terörist’ mertebesine getirdiğimizi hatırlamak istemiyoruz. Şimdi de Esad Rejiminden bu oluşuma karşı mücadelede ortaklık bekliyoruz.
Suriyeliler Türkiye’ye Nobel Merkel’e mi?
Bu kadar şiddetli çalkantı içinde, bir de sayısı milyonları bulan sığınmacı meselemiz var. Ayrıca, Suriye’deki ceplerde korumamız altında yaşayan milyonlarca Suriyeli, on binlerce aşırıcı silahlı milis konusu var ve bu durum Türkiye açısından bir ulusal güvenlik sorunu haline dönüşmüş vaziyette.
Bu arada, biz dünyada en çok sayıda sığınmacıya ev sahipliği yapmakla övünürken, daha geçen hafta BM Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO), Almanya’nın önceki Başbakanı Angela Merkel’i 2022 yılı “Barış Ödülü”ne layık gördüğünü duyurdu. Türkiye’de her nedense ilgi uyandırmayan, görmezden gelinen bu gelişmenin gerekçesinde “Merkel’in 2015 yılında 1,2 milyondan fazla mülteciyi (Almanya’ya) kabul etme konusundaki kararının tarihe alınacak ders bıraktığı” ifadesine yer verilmesi bizim açımızdan herhalde ibret verici olmalıdır.
Diğer taraftan, Türk pasaportlarının itibarının yerle bir olması, vatandaşlarımızın ABD ve AB ülkelerinden vize alamaz hale gelmeleri dünyayla ilişkilerimizin serencamını ortaya koyan diğer bir husus. Yetkililerin işin kolayına kaçıp “siyasi bir komplonun parçası” diye tevil etmesi maalesef bu sorunu çözmüyor.
360 derece ve bozuk saat
Yeri gelmişken, 2016 yılından bakiye AB’yle vize serbestisi ve gümrük birliğinin güncellenmesi mutabakatlarını da hatırlamakta yarar vardı. Bu mutabakatların bize bağlı nedenlerle yürütülemediğini bilmemiz ve sorgulamamız gerekiyor.
Artık, uluslararası koşulların dayattığı soğuk gerçekler, ısrarla izleye geldiğimiz duygusal ve ideolojik politikaların, popülist arayışların sonuna geldiğimizi gösteriyor. Hükümet imkân ve yeteneklerinin sınırlarını görüyor ve bölgesel hakimiyet arayışlarını terk ediyor. Hırçın reflekslerimiz, yerini yumuşamaya ve uzlaşı arayışına bırakıyor.
‘Bozuk saatin kerameti’ni andırırcasına, hiç hareket etmeyen duvardaki saatin ibresi dış politikamızda bugün itibariyle doğru zamanı gösteriyor.
Bu kritik aşamada, evrensel mitolojiden bir alıntı yapalım: Hindistan’ın Şiva’sı, Mezopotamya’nın Marduk’u, eski Yunan’ın Satürn’ü, Roma’nın Janus’u olan ‘geçmişin hikmetini ve geleceğin uzgörüsünü’ simgeleyen tarihi bir eşiğin önündeyiz. Bu eşiğin önündeki kapıdan geçerken, bu kadar badirenin ardından çıkarmamız gereken dersler olduğu kuşkusuz.
Çok geç değil ama zaman alacak
Bunların ilki, dış politikanın ciddiyet, ehliyet, birikim, sağduyu ve uzlaşı gerektirdiğidir.
İkinci ders, sığ ve popülist hamasetin, hakaret ölçüsüne varan ‘ergen refleksleri’nin Türkiye gibi saygın tecrübeli bir devletin ağırlığıyla mütenasip olmadığıdır.
Sonuncu ve en önemli ders, ideolojik körlüğün revizyonist bataklığına saplanmış bir dış politikanın eninde sonunda küçük düşürücü tercihlerle yüzleşeceğidir.
Bu hatalı politikaları, bir noktada sonuçlarına katlanacağımızı bilerek uyguladığımızı dahi zannetmiyorum. Zira, ideolojik körlük uzun erimli düşünmemize hep engel oldu. Sonucu hüsrana giden maceralı yolculuğumuzun ardından, geçmiş hatalarımızdan ders çıkararak, sağduyunun olgunluğuyla önümüze bakmamız ve gerçek anlamda 360 derece bakışla omurgası kırık, dümeni bozuk dış politikamızı onarmamız gerekiyor.
Bu elbette zaman alacaktır. Zira, güveni yeniden tesis etmek çok zordur. Umalım ki, bundan sonraki hassas ve kırılgan dönemde, dış politikamızı yaparken, macera vaat eden çıkmaz sokakların ‘değerli yalnızlığı’ yerine, saygın ve kural temelli ‘değerli birliktelikleri’ önceleme akılcılığını gösterebiliriz. Aksi takdirde, 360 derecelik yeni savrulmayla başladığımız yere dönmemiz kaçınılmaz olur.