2008 Nobel Edebiyat Ödülüne sahip J.M.G. Le Clézio, otobiyografik bir deneme olan “Göçmen Kimliği” başlıklı son kitabında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen çocukluk yıllarının etkisini halen üzerinde taşıdığını anlatır. Esasen eserlerinin çoğunda değişik savaşların yıkıcılığının, bu savaşların insanlar üzerinde yarattığı travmaların izlerini görürüz. Le Clézio şöyle der: “(…) savaş herhalde bir övünme anı değildir, kutlanması gereken bir an da olmamalıdır, hüzün uyandırması, insanın tasalanması gereken bir andır. Savaş kahramanlık değil, yaşlı insanların ve çocukların ölümüdür. Onlar savaşın ilk kurbanlarıdır. Savaşın ne olduğunu tanımlamak gerekirse, ben savaşın yaşlılar ve çocuklara karşı işlenen bir cinayet olduğunu söylerim (…)”.
Ukrayna ve Filistin cepheleri
Ukrayna-Rusya savaşının ikinci yılı geriden kalırken önümüzde trajik bir tablo var. İsrail-Filistin cephesinde son aylarda yaşanan vahim gelişmelerin ortaya çıkardığı yıkım karşısında ise dehşet duyuyoruz.
Yirminci yüzyılın ilk çeyreğindeki bu manzaralar karşısında insan doğrusu geleceğe yönelik jeopolitik senaryoları, silah teknolojilerinin nasıl geliştiğini, nefret ve şiddeti besleyen söylemleri değil, bu “cinayetin” nasıl durdurulabileceğini, barış ve huzurun nasıl geri getirilebileceğini duymak istiyor. Başka bir deyimle “Neden Savaş?” sorusuna verilecek güncel yanıtı arıyor?
Demokrasi, hukuk devleti ve insan haklarını yok sayarak saldırgan politikalar benimsemiş, uluslararası hukuku hiçe saymış, popülist ve ayırımcı söylemleri adet edinmiş devlet adamlarının bu soruya nasıl yanıt verdikleri değil kastım. Onların duruşları, samimiyetsizlikleri, niyetleri konusunda fazla bir tereddüt hissetmiyor insan. Barış ve huzuru bozan taraftalar. Evrensel değerleri savunur gözüküp, sivillerin öldürülmesine sessiz kalanların da söylediklerine itibar etmek mümkün değil.
11 Eylül’ün izleri
İnsanlığın ortak aklını öne çıkarmayı hedeflemiş, barışın gerçek savunucusu olmuş, bilimsel yaklaşımı esas almış düşünce insanlarının ne söylediklerine kulak vermek, ayrıca birey olarak kendi düşüncesini özgürce ifade edenlerin samimi görüşlerini dinlemek sanki bir özlem oldu. Özellikle de mevcut bilgi kirliği ve öne çıkan sesler içinde bu özlem giderek büyüdü.
Uluslararası ortam açısından önemli kırılma dönemlerinden biri olan 11 Eylül 2001 terör saldırıları ve ardından yaşanan gelişmeler sarsıcıydı. Afganistan’da Taliban iktidarının devrilmesi, Irak’ta savaş ve kaos hafızalardan kolayca silinecek gibi değil. O dönemdeki gelişmelerin bugüne kadar uzanan izlerini görmek mümkün.
Çağımıza damga vuran düşünürler arasında 11 Eylül sonrası yaşanan tartışmaları yeniden okumanın bugünün uluslararası ve bölgesel ortamında aydınlatıcı olma niteliğini koruduğu kanaatindeyim.
“Terör Çağında Felsefe – Jürgen Habermas ve Jacques Derrida ile Diyaloglar” kitabı ile “Jean Baudrillard ile Jacques Derrida” arasında Şubat 2003’teki tartışmanın kaydını içeren “Neden Bugün Savaş?” kitaplarını bu bağlamda dikkati çeken örnekler olarak saymam mümkün.
“Neden savaş?” sorusu
“Neden Bugün Savaş?” başlığını Sorbonne Üniversitesi’ne bağlı Psikanaliz Yüksek Etütler Enstitüsü koymuş.
Albert Einstein ile Sigmund Freud arasında “Neden Savaş?” sorusu etrafındaki yazışmadan esinlenilmiş.
Yıl 1932. Freud, Milletler Cemiyeti’nin Edebiyat ve Sanat Daimi Komitesi’nin bir kolu olan Entelektüel İşbirliği Uluslararası Enstitüsü’nden 21 Mart 1932’de bir mektup alıyor. Einstein ile işbirliği halinde bir mektup teatisini yayınlamaya yönelik bir davet bu.
Enstitü 1924 yılında Milletler Cemiyeti tarafından kurulmuş. Amaçlarından biri, düşünce dünyasının önde gelen isimleri arasında görüş alışverişini, Milletler Cemiyeti’nin ve insanlığın entelektüel yaşamının ortak çıkarına hizmet edecek konularda teşvik etmek ve bu çerçevede gerçekleşecek mektup yazışmalarını yayınlamak.
İlk cildi “Zihinlerin İttifakı” başlığıyla 1931’de yayınlanıyor. Henri Focillon, Paul Valéry, Salvador De Madariaga, Gilbert Murray, Miguel Osorio de Almeida ve Alfonso Reyes gibi isimler arasındaki mektup yazışmalarını içeriyor.
1934’te yayınlanan ikinci ciltte “Ruh, etik ve savaş” başlığı altında John Bojer, Johan Huizinga, Aldous Huxley, André Maurois ve Robert Waelder arasındaki yazışmalar var.
“Uygarlıklar. Doğu-Batı…” başlığı altında 1935’te yayınlanan üçüncü ciltte ise Rabindranath Tagore gibi isimler dikkat çekiyor.
Einstein-Freud yazışmaları
Freud ile yazışmanın inisiyatifini Einstein almış. Enstitü Direktörü Henry Bonnet, 10 Kasım 1931’de Einstein’a yazdığı mektupta Freud ile bir görüş alışverişinde bulunma önerisini mükemmel bulduğunu ifade ediyor ve psikanalizin ortaya çıkardığı yeni bilgiler ışığında çocukların düşüncelerini barışa yöneltmede okulların nasıl katkıda bulunacağının belirlenmesi açısından da bunun yararlı olacağını belirtiyor.
Einstein o dönemde Milletler Cemiyeti’nin aktif bir üyesi ve Mayıs 1922’den itibaren Entelektüel İşbirliği Uluslararası Komisyonu’nun çalışmalarına katılıyor.
Bu proje bir hazırlık süreci sonunda yaşama geçiyor.
Einstein’ın Freud’a muhatap mektubu Postdam, 30 Temmuz 1932 tarihli.
Freud’un yanıtı ise Viyana, Eylül 1932 tarihli.
İki mektubu büyük bir dikkatle yeniden okudum. Einstein, insanların savaş tehdidini aşmalarını sağlamanın bir yolu var mı sorusunu yöneltiyor ve kendi yanıtı veriyor.
Freud’un cevabi mektubu daha uzun. Kendisinden beklenenin pratik öneriler değil, psikolojik tetkik ışığında barışı koruma sorununu sunmak olduğunu anladığını ifadeyle, Einstein’ın da mektubunda ilk olarak ele aldığı hukuk ve güç sorununa eğiliyor.
Türkiye’de AB-İKÖ Zirvesi
İki mektubu özetleyecek değilim. Einstein ve Freud’un mektup yazışması yeniden okunmalı, yeniden yayınlanmalı. Düşünceye daha fazla yer verilmeli. Diplomasinin araçları düşünce yelpazesine yerleşince değer kazanır.
11 Eylül terör saldırıları sonrasında Türkiye’nin girişimiyle 12-13 Şubat 2002’de İstanbul’da düzenlenen Avrupa Birliği-İslam Konferansı Örgütü (Şimdi İslam İşbirliği Örgütü) Zirvesi düşünceye değer veren yönüyle önemli bir adımdı.
Türk diplomasinin atabileceği etkili bir adım oldu. Böyle bir girişimi başlatan İsmail Cem’i rahmetle anmak isterim.
Elbette sorunları çözecek, çatışmaları giderecek, savaşları bitirecek adımlar değil bunlar. Ama insana ve düşünceye verilen önemi, ortak aklın arayışına hizmet eden bir ortamı güçlendiren çabalar.
Savaş jeopolitiğinde hapsolmayalım
Milletler Cemiyeti tarih oldu. Birleşmiş Milletler ise zorlu sınamalar karşısında bulunuyor, ama etkisi sınırlı. Günümüzün karmaşık dünyasında sıkça rastladığımız sığ tartışmalar yerine belki Einstein-Freud mektup yazışmasında olduğu üzere, eski metinlere yeniden göz atmak yararlı olacak. Günümüzün büyük düşünürlerinin çalışmalarını öne çıkarmak için ise önce düşünce özgürlüğünü sağlamak gerekir. Savaş jeopolitiğinde kendimizi hapsetmeyelim.
Türkiye, Milletler Cemiyetine 1934’te üye oluyor. Mustafa Kemal Atatürk Atatürk bir barış insanı. Güçlü bir barış vizyonunu temsil ediyor ve yaşama geçiriyor. Millî Mücadele yıllarının dış politikası, Cumhuriyet’in kurulması sonrası uluslararası ve bölgesel planda atılan adımlar barışa hizmet eden kalıcı izler.
Cumhuriyetin mirasına sahip çıkarken, barış vizyonunu öne çıkaran girişimlere imza atmak, düşünceye değer vermek ve insan onurunu önde tutan bir anlayışı esas almak Türkiye’nin duruşu olmayı sürdürmeli.