Prof. Dr. Utku Perktaş, Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji Bölümü öğretim üyesi.
Antroposen dönemle, yani insan çağıyla çok farklı açılardan yüzleşiyoruz. Geçtiğimiz yıldan bu yana yaşadığımız Kovid-19 salgını, Avustralya yangınları, bugünlerde Akdeniz havzasında görülen yangınlar ve Türkiye’nin yaşadığı orman yangınları, seller. Ayrıca, tüm bunların yanında uzun süredir gündemde olan kuraklık problemi. Hepsi insan çağının bize sunduğu maliyet. Birleşmiş Milletler (BM), ülkelerin su, arazi yönetimi ve iklim acil
Hükümetlerarası iklim değişimi paneli (IPCC) raporu dün yayınlandı. Dünyanın dört bir yanından yüzlerce iklim bilimcisinin Birleşmiş Milletler öncülüğünde hazırladığı bu rapor, küresel ısınmanın şüphe götürmez bir şekilde gerçeğimiz olduğunu ortaya koyuyordu. Küresel ısınmanın en önemli nedeni ise insandı. Dünya tarihindeki en sıcak dönemi deneyimliyoruz… Dünya muhtemelen 125 bin yıl önceki son buzul döneminin başlangıcından
Türkiye günlerdir orman yangınlarıyla mücadele ediyor. Yangınlar öncesinde de kuraklık gündemdeydi. Tuz Gölü’ndeki flamingoların ölümünü hala unutmadık. Antroposen çağında küresel ısınmanın dünyaya kestiği faturanın en ağır bedellerini ödüyoruz. Yangınlar ne zaman ve nasıl sonlanacak, öngörmek kolay değil. Ödediğimiz bu bedel sadece bizim için değil, aynı zamanda biyoçeşitliliğimiz için de önemli bir sorun. Akdeniz Bölgesi’ndeki birçok
Artan sıcaklıklar ve şiddetli rüzgarlar, Türkiye’nin güneyi ve batısında çok sayıda orman yangınını tetikledi. Geride bıraktığımız birkaç günde en az dört kişi öldü, yangınlar yerleşim yerlerini tehdit ediyor. Antalya’nın Manavgat ilçesi yangın tehlikesinden en fazla etkilenen yerleşim yeri oldu. Türkiye’nin Akdeniz ve Ege kıyılarında kurak yaz aylarında orman yangınları yaygındır. Daha önceki yangınlar genellikle sabotajlarla
Marmara Denizi, 11 bin kilometrekarelik yüzölçümüyle Ortadoğu için önemli bir iç deniz durumundadır. Yirmi iki bin yıl önce yaşanan son buzul maksimumu sonrasında küresel sıcakların artmasıyla açılan boğazlarla hem Karadeniz’e hem de Ege Denizi’ne bağlanan Marmara Denizi, iki farklı denizin su kalitesi özelliklerinin karıştığı yer olması nedeniyle de eşsiz bir ekosistem olarak kabul edilir. Bugünlerde
Geçtiğimiz hafa sonu Dünya biyoçeşitlilik günüydü. Ben de bir acil durum yazısı yazarak azot kirliliğine dikkat çekmiştim. Tesadüf olacak, bu yazıdan sonra Türkiye çevre gündeminde Marmara Denizi’ndeki deniz salyası görüntüleri yer almaya başladı. Uzmanlar basında yer alan haberlerde bu hadisenin küresel ısınmanın bir sonucu olduğu konusunda uyarılarda bulunuyorlardı. Haber, sadece Türkiye’de değil uluslararası basında da
22 Mayıs, dünya biyoçeşitlilik günü. Yaşadığımız gezegende biyoçeşitliliği tehdit eden, yaşamımızı bilinmez bir geleceğe sürükleyen birçok tehditle karşı karşıyayız. Bu tehditleri yavaşlatmak ya da durdurmak mümkün olsa da, biyoçeşitliliğin içinde olduğu krizin telafisi yok. Sanayi devrimi sonrası başlayan insan çağı (Antroposen) dünya üzerine büyük yükler getirdi. Bu yüklerin en önemli nedeni olan insan baş etmesi
Amerika Birleşik Devletleri ve Çin, iklim değişikliğiyle mücadelede hem birlikte çalışma hem de diğer ülkelerle iş birliği yapma noktasında kararlı olduklarını söylüyorlar. Her iki ülke de emisyonları azaltmaya yönelik olarak yapacakları konusunda geçtiğimiz hafta anlaştılar. Hatta ABD Başkanı Joe Biden, bu hafta Çin’in dört gözle beklediğini söylediği sanal bir iklim zirvesi düzenliyor. İklimsel olayların da
Bu yazıya bir soruyla başlamak yerinde olacak: “Biyoçeşitlilik ekonomiye ne kadar katkıda bulunur?” Ekologlar ve ekonomistler yıllardır bu tür sorulara cevap arıyorlar.[1] Özellikle gelişmekte olan ülkelerin hükümetleri farklı bakış açılarıyla cevaplarını ortaya koyuyorlar. Başarılı oluyorlar mı? Benim cevabım hayır; çünkü geride bıraktığımız iki yıla damgasını vuran çevresel felaketler ve Kovid-19 salgınıydı. Tüm bunların altında yatan
Paris Anlaşması, 2016 yılından beri yürürlükte. Tarihin en büyük katılımıyla imzalanan Paris İklim Anlaşması, küresel sıcaklık artışını 2100 yılının sonuna kadar sanayi öncesi seviyelerin 1,5 santigrat derece üstü ile sınırlamayı hedefliyor. Türkiye, Paris Anlaşması’na taraf olmamakla birlikte, niyet edilen ulusal katkı beyanını 30 Eylül 2015 tarihinde sözleşme sekretaryasına sunmuştu. Türkiye’nin ulusal katkı beyanına göre, Türkiye’de