Yunanistan Başbakanı Kyrikos Mitsotakis 6 Mart’ta CNN’e Avrupa’nın “Türkiye’nin şantajlarına boyun eğmeyeceğini” ilan etti. Bununla Türkiye’den ülkesinin sınırına yığılan on binlerce Suriye’li (ve diğer) mülteciyi kast ediyordu. Yunan polisinin sınıra dayanan mültecilere göz yaşartıcı bomba attığı, hatta ateş açıp ölüm ve yaralanmalara yol açtığı haberleri medyada yayılırken, Mitsotakis AB ile Türkiye arasında 2016’da imzalanan “düzensiz göçü” engelleme anlaşmasının “öldüğünü” söylüyordu. O arada Yunanistan’ı ziyaret eden Avrupa Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, Yunanistan’ın “Avrupa topraklarını müdafaasını” övüyordu; yalnız toprakları korudukları düşman orduların askerleri değil, ülkelerindeki baskıcı rejimlerden kaçmak zorunda kalan çaresiz mültecilerdi. Batı, kendi standartlarını, yine kendi eliyle çürütüyordu.
Türkiye’nin -öncelikle ülkeye kabul ederek canlarını kurtarmış olduğu-mültecileri dış politika aracı olarak kullandığı eleştirisi yapılabilir elbette. Türkiye’nin bir insan hakları ve demokrasi cenneti olduğu da söylenemez. Ama kapısına gelenleri ateşle durdurmaya kalkan bir siyasi anlayışın mültecileri artık durdurmama kararını “şantaj” olarak nitelemesi en hafif tabirle ikiyüzlülük değilse, nedir?
Öte yandan, ister şantaj ya da tehdit densin, bu taktiğin bir ölçüde sonuç getirdiğini de görmek durumundayız.
Çünkü Mistotakis’in Atina’da bu sert açıklamaları yaptığı gün Ankara’da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 9 Mart’ta Brüksel’e gideceği duyuruldu. Brüksel’de Avrupa Birliği (AB) yetkilileriyle üst düzey temaslarda bulunacaktı. Ziyaret, 4 Mart’ta AB Konseyi Başkanı Charles Michel’in Türkiye ziyaretinden sonra Erdoğan’ın gündemine eklenmişti. Görünüşe göre Michel, Putin 5 Mart’ta Kremlin’de Erdoğan’ı ağırlamadan hemen önce Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’i aramış ve yine göçmenleri konuşmuştu. Erdoğan ise 27 Şubat’ta 34 Türk askerinin Suriye hava kuvvetleri tarafından şehit edilmesiyle patlayan krizi görüşmek üzere oradaydı.
Türkiye ve AB talepleri farklı
Diplomatik kaynaklar YetkinReport’un sorusu üzerine Erdoğan’ın NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ile de “karşılıklı programlarının izin vermesi halinde” görüşebileceğini söylediler. Bu da Erdoğan’ın asıl amacının AB makamları ile yeniden masaya oturarak Suriyeli mülteciler üzerinden, ama artık sadece o konuyla sınırlı olmayan bir anlaşma arayışıyla Brüksel’e gitmek istediğini gösteriyor.
Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun Brüksel’de Von der Leyen ve Michel’in yanı sıra, AB’nin dış ve güvenlik politikaları şefi Josep Borrell ile de görüşmesi bekleniyor.
AB’nin isteği, Türkiye ile 18 Mart 2016 tarihli anlaşmaya geri dönmek. Bu anlaşma temel olarak Türkiye’nin, başta Yunanistan olmak üzere AB ile işbirliği içinde kaçak göç akınını durdurması, bunun karşılığında AB’den mali yardımlar dahil yük paylaşımını ve Ankara ile siyasi ilişkilerini geliştirmesini öngörüyordu. Türkiye de başta yargı reformu ve terörle mücadele yasaları olmak üzere bir dizi reforma gidecek, aradaki mesafe kapatılmaya çalışılacaktı. Almanya Başbakanı Angela Merkel (dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu ile birlikte) bu anlaşmada kilit rol üstlenmişti. Çünkü Suriye’den Afganistan’a dek Türkiye’ye yönelen göçmenler için en cazip son durak, liberal göç yasaları nedeniyle Almanya idi.
Erdoğan, daha önce AB’yi vaatlerini yerine getirmediği ve sadece mali açıdan değil siyasi açıdan da Türkiye ile yükü paylaşmadığı için Suriyeli mültecilere engel olmayı bırakmakla tehdit etmişti. Bu tehditler Avrupa başkentleri tarafından içi boş blöfler olarak ele alındı, ancak İdlib kriziyle birlikte Türkiye sınırlarına yüzbinlerce yeni mülteci yola çıktığında Erdoğan kapıları gerçekten açtığında, AB başkentleri sorunun ne kadar ciddi olduğunu anladılar.
İnişler ve çıkışlar
Erdoğan’ın hamlelerinin temel amaçlarından biri de zaten buydu: AB liderlerinin 2011’de iç savaşın başlamasından bu yana Suriye’de olup bitenlerin acısını hissetmelerini istiyordu. Ankara artık 2016 anlaşmasının yenilenmesinin peşinde de değil, -belki başından beri hatalı olan- göçü durdurmak karşılığında para istemenin de. Erdoğan, AB liderlerinin sorumluluğu paylaşmasını ve aynı zamanda biraz empati göstermesini ve Türkiye’ye adeta düşman olarak değil, aday olarak muamele edilmesini istiyor.
Elbette, 2016 anlaşmasından bu yana bir dizi talihsiz gelişme yaşandı. Anlaşmadan birkaç ay sonra, 15 Temmuz 2016’da askeri darbe girişimi yapıldı. Darbe girişiminin bastırılmasından sonra ilan edilen olağanüstü hal, temel hak ve özgürlüklerde gerilemeye neden oldu ve ayrıca başta yargı ve idari alanda olmak üzere Türkiye’nin yapmaya söz verdiği reformlar rafa kaldırıldı. Darbe girişiminden yaklaşık 5 hafta sonra Türkiye, Suriye’ye yönelik ilk askeri harekatını başlattı. Sonra ikinci, üçüncü ve şimdi İdlib misillemesi geldi; bu da en büyüğü oldu. Sonra, Yunan, Mısır, İsrail ve Kıbrıs Rum hükümetlerinin Doğu Akdeniz’de kendisini tecrit etmeyi amaçlayan hamlelerine karşı Türkiye’nin hamleleri ve nihayet Libya’yla deniz sınırları ve askeri iş birliği anlaşması geldi. Böylece AB ülkeleri Türkiye’ye askeri malzeme satışını durdurma kararı aldı.
Ancak Suriye’deki Türk askerlerinin şehit edilmesi oyunu değiştirdi. Sadece ABD değil, NATO da Türkiye’nin yanındaydı ve Rusya destekli Beşar Esad rejiminin Suriye’deki saldırılarına karşı Türkiye’nin harekâtını destekleyeceklerini söylediler. Önemi Avrupa güçlerinin hiçbirinin aralarındaki tüm tutarsızlıklara rağmen Türkiye’yi kaybetmek istemediği bir sır değil. Bu, AB’nin Türkiye ile sorunlarını çözmek için bir yol bulması gerektiğini söyleyen NATO Genel Sekreteri Stoltenberg’in yaptığı son açıklamadan da anlaşılıyor.
Bir fırsat yakalanmış olabilir mi?
İç siyasi baskılar altında alınan Türkiye’yi tecrit etme hamlesine rağmen Brüksel’den Ankara’ya ziyaretler, ya da telefonla temaslar arttı. Bu isimler arasında Von der Leyen, Michel ve Borrell de vardı; Erdoğan ile konuştular. Merkel’in kendi girişimiyle Berlin’de toplanan Libya konferansından sadece birkaç gün sonra, 24 Ocak’ta İstanbul’da Erdoğan ile yaptığı görüşme, AB politikalarında bir değişimin ilk sinyallerini verdi. Almanya ilk defa sınırın Suriye tarafındaki geçici yerleşim faaliyeti için 25 milyon Euro sembolik para verme vaadinde bulundu.
Zaten Erdoğan’ın AB kurumlarından olan en büyük taleplerinden biri de bu: AB’nin, Türkiye’nin Suriyeli mültecilere Türkiye’ye girdikten sonra değil, Suriye’deki güvenli bölgelerde bakmasına ortak olmasını sağlamak. AB ile Türkiye’nin -Suriye gibi- stratejik bir konuda ortak politika üretip uygulaması anlamına gelecek böyle bir adım, Türkiye için önemli bir sıçrama sayılacaktır.
Şimdi hem Türkiye, hem AB için önde bir fırsat var. Aslında tersine bir tavuk ve yumurta hikayesi. Avrupa başkentleri Türkiye’yi ittikçe Türkiye de -şu anda feci halde itibar erozyonu içindeki- AB ve standartlarından uzaklaşıyor.
Türkiye ile AB arasındaki yeni bir anlaşma, Brüksel’i Türkiye ile işbirliği içinde Suriye’nin geleceğinde önemli bir oyuncu olarak yeniden konumlandırabilir. Ankara ve Brüksel arasında yapılacak yeni bir anlaşma, Türk hükümetini Türkiye’deki demokratik hakların gelişmesine yardımcı olacak reform vaatlerine devam etmeye teşvik edebilir. Bu hem Ankara hem de Brüksel için bir fırsat penceresi ve boşa harcanmamalı.