

TBMM’de kurulan Terörsüz Türkiye Komisyonu, uzlaşma konusunu da görüşüyor. Toplumsal uzlaşma ithal edilemez. Türkiye kendi modelini kurmak zorunda. Hakikatle yüzleşme ve geçmişle hesaplaşma gereklidir. (Foto: TBMM)
Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun toplumsal uzlaşma konusunu görüşmeye başladığı bu dönemde, geçmişte defalarca olduğu gibi sadece “silahların susması” üzerine değil, toplumun bütün katmanlarında gerçek bir uzlaşma üzerine kafa yormamız gerekiyor. Çünkü barış, yalnızca bir anlaşma metninin ya da siyasi takvimin ürünü değildir; barış, toplumun kendi içinde yeniden konuşabilme, geçmişiyle yüzleşebilme ve geleceğine dair ortak bir umut dili kurabilme yeteneğidir.
Ne var ki, Türkiye’de “uzlaşma” kelimesi bugünlerde çokça dile getiriliyor ama çok az anlaşılıyor. Bu kavramın içi doldurulmadan yapılan her çağrı, sadece güzel bir temenni olarak kalıyor. Oysa toplumsal uzlaşma, barışın duygusal zeminini, ahlaki pusulasını ve kurumsal garantisini aynı anda içinde barındırır.
Tanımlanmamış Uzlaşma Kırılgandır
Barış süreçlerinde “uzlaşma” çoğu zaman duygusal bir jest ya da diplomatik bir dil unsuruna indirgenir. Oysa toplumsal uzlaşma, bir toplumun kendine aynadan bakma cesaretidir. Türkiye açısından öncelikle şu soruyu sormamız gerekiyor: Biz neyi, kimlerle ve hangi geçmiş üzerinden uzlaşmaya çalışıyoruz?
Cumhuriyet’in yüz yıllık tarihi; modernleşmenin sancıları, devletin güvenlik refleksleri, kimlik siyasetinin yarattığı kutuplaşmalar ve ekonomik eşitsizliklerle örülmüş bir miras taşıyor. Kürt meselesi ise bu tarihsel dokunun en karmaşık, en derin katmanını oluşturuyor. Dolayısıyla Türkiye’deki toplumsal uzlaşma arayışı yalnızca Kürtlerle Türklerin, devletle vatandaşın ya da doğuyla batının barışı değildir – devletin kendi vatandaşına karşı adalet, güven ve aidiyet ilişkisini yeniden tanımlama sürecidir.
Türkiye Kendi Modelini Kurmak Zorunda
Toplumsal uzlaşma ithal edilemez; her ülke, kendi tarihsel, sosyolojik ve kültürel bağlamı içinde özgün bir yol bulmak zorundadır. Türkiye’nin toplumsal uzlaşma anlayışı da, kendi travmalarıyla, kendi dayanıklılığıyla, kendi kültürel dokusuyla biçimlenmelidir. Güney Afrika’daki “Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” ya da Kuzey İrlanda’daki “Hayırlı Cuma Anlaşması” örnekleri ilham verici olabilir, ancak Türkiye’nin çatışma biçimi, toplumsal yapısı ve tarihsel bagajı farklıdır.
Bu nedenle, Türkiye için toplumsal uzlaşma; yalnızca bir barışın teknik tasarımı değil, yeni bir yurttaşlık sözleşmesi, adalet temelli bir toplumsal vicdan inşası ve demokratik bir yaşam kültürünün yeniden üretimi anlamına gelmelidir. Gerçek uzlaşma, devletin vatandaşına “affedilme” değil “tanınma” alanı açmasıyla, toplumun da kendi içindeki önyargılarla yüzleşmesiyle başlar. Bu, bir tarafın diğerine taviz vermesi değil, birlikte yaşamanın asgari etik kurallarını yeniden tanımlama iradesidir.
Geçmişle Hesaplaşmadan, Geleceği Kuramayız
Türkiye’nin tarihsel deneyimi, uzlaşmanın önündeki en büyük engellerden birinin geçmişin inkarı olduğunu gösteriyor. İnkar edilen bir geçmiş, sadece geçmişi değil, bugünü de rehin alır. Toplumsal uzlaşma; unutarak değil, hatırlayarak, geçmişin acılarını siyasetin değil vicdanın diline tercüme ederek mümkündür.
Bu bağlamda Türkiye’nin, sembolik olduğu kadar kurumsal düzeyde de bir “hakikatle yüzleşme” mekanizmasına ihtiyacı var. Bu mekanizma, sadece devletin değil, toplumun da geçmişteki hatalarla yüzleşmesine olanak sağlamalı. Çünkü geçmişle barışmadan, gelecekle uzlaşmak mümkün değildir. Toplumsal uzlaşma, hesaplaşmadan çok anlamlandırma, suçlamadan çok onarma sürecidir. Bir milletin büyüklüğü, hatasızlığında değil; hatalarını kabul edip onarabilme cesaretinde yatar.
Kürt Meselesi, Güven ve Aidiyet Krizidir
Kürt meselesi, Türkiye’nin diğer tüm toplumsal fay hatlarını kesen, ülkenin demokrasiyle ilişkisini sürekli sınayan bir meseledir. Bu mesele yalnızca bir kimlik ya da dil meselesi değildir; tarihsel olarak derinleşmiş bir güven, temsil ve aidiyet krizidir.
Toplumsal uzlaşma burada, devletin vatandaşına karşı geçmişte uyguladığı inkar ve dışlama politikalarıyla yüzleşmesi kadar, toplumun da kendi içindeki önyargılarla hesaplaşmasını gerektirir. Fakat bu süreç tek taraflı ilerleyemez. Uzlaşma, yalnızca devletin veya çoğunluğun değişimiyle değil, çatışmanın tüm taraflarının samimi bir özeleştiri sürecinden geçmesiyle mümkündür.
Kürt Siyasi Aktörlerin Muhasebesi
Bu çerçevede, PKK ve Kürt siyasi aktörlerinin de kendi geçmişleriyle, şiddetin toplumsal bedeliyle ve siyaset üretme biçimleriyle ilgili bir iç muhasebe yapmaları gerekir. Silahlı mücadelenin yarattığı acılar, sadece devletin politikalarıyla değil, örgüt eylemlerinin sonuçlarıyla da ilgilidir. Bu nedenle, Kürt siyasi hareketinin de toplumsal uzlaşmanın dilini sahiplenmesi, mağduriyetle özdeşleşen bir söylemden çıkıp ortak bir gelecek inşasına katkı sunacak bir politik olgunluk göstermesi büyük önem taşır.
Toplumsal uzlaşma, herkesin sadece kendi acısını değil, başkalarının acısını da görme cesaretine sahip olmasıyla mümkündür. Kürtlerle “barışmak”, Kürtlerin Türklerle aynı ülkenin eşit yurttaşları olarak kabul edildiği yeni bir toplumsal sözleşme kurmak kadar, Kürt siyasi aktörlerinin de Türkiye’nin ortak geleceğini kendi kimliğinin parçası olarak görmesiyle tamamlanabilir.
Bu uzlaşma, yalnızca bir siyasi düzenleme değil; duygusal, kültürel ve moral bir yeniden doğuş olmalıdır.
Toplumsal Uzlaşmayı Yeniden Düşünmek
Türkiye’nin ihtiyacı, hazır reçeteler değil; kendi tarihine, toplumuna ve adalet duygusuna yaslanan bir toplumsal uzlaşma anlayışıdır. Bu anlayış; geçmişle dürüst yüzleşme, herkes için eşit yurttaşlık ve ekonomik-siyasal kapsayıcılık üzerine kurulmalıdır. Kürt meselesinde de tüm aktörlerin samimi özeleştirisi ve ortak gelecek iradesi esastır. Özetle, gerçek uzlaşma taviz değil; farklılıkları tanıyarak birlikte yaşama kararıdır. Bu kararı güçlendirebilirsek, barış yalnız içeride değil, bölgede de Türkiye’nin kuzey yıldızı olur.


