Önce size Ankara’da hükümet çevrelerinde şu günlerde hâkim anlayışı bir cümlede özetleyeyim: “İşleri toparlamak için reform yapmaya mecburuz ama ipleri elimizden kaçırmayacak kadar yapalım.” İyi polis, kötü polis benzetmesine gelmeden bu özeti vermemin bir gerekçesi var.
Bu açıdan baktığınızda Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun reformlar Avrupa Birliği ile “pozitif atmosfere katkı sağlayacaktır” cümlesini kurması da uygulamayla çelişkili olmaktan çıkıyor, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın “Bizim arkadaşlar kızıyor ama yüksek faize karşıyım” demesi de. Anayasa Mahkemesinin Enis Berberoğlu hakkında ikinci kez “hak ihlali” kararı vermesi karşısında Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün, sanki muhalefetteymiş de iktidardan talep ediyormuş gibi “Mahkemeler AYM kararlarına uymalıdır” demesi de. Hatta Erdoğan’ın eleştirilere gülüp geçerek önceki İstanbul Cumhuriyet Savcısı İrfan Fidan’ı AYM üyesi ataması bile.
Bütün bu olan biten bende bir tek çağrışım yapıyor: iyi polis kötü polis oyunu.
İyi polis, kötü polis oyunu nedir?
Polisiye okurları, izleyicileri iyi bilir. Ya da sorgudan geçenler, sorguya katılanlar da.
Zanlıdan bilgi almak için sorguculardan birisi vuran, kıran, bağıran kötü polis rolünü üstlenir. Diğeri de sorgudakine su veren, halden anlasa da elinden bir şey gelmeyen, söyle kurtul rolündeki iyi polis.
Siyasette de böyledir. Bakarsınız partinin bir yetkilisi, rakip parti yetkilisine parlamentoda belden aşağı vuruşlarla saldırırken, partilerin başka iki yetkilisi gözden uzak bir mekânda pazarlıkta olabilir. Ya da bir uzlaşma arifesinde partinizden birilerinin size şiddetle karşı çıkacağı tutar, siz de bunu muhatabınıza, “Ne yapayım, tabandan itiraz var” diye sunup taviz koparırsınız.
Diplomasi kitabında da yeri vardır, iyi polis kötü polis oyununun.
Örneğin AB ile görüşmelerin siyasi kısmında Terörle Mücadele Yasasının yenilenmesi gerekmektedir. 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi ardından OHAL döneminde yasada açılan gediklerin tıkanması yeterli olacaktır. Oysa AK Parti’nin elinde hem AB yetkililerine hem CHP ve diğer muhalefet partilerine “Ne yapalım? MHP istemiyor” bahanesi vardır.
Mehter adımlarıyla diplomasi
İyi polis, kötü polis taktiğine benzer bir başka taktik de mehter yürüyüşü taktiğidir: iki adım ileri at, üçüncüde dur. İki adım ileri, bir adım geri atıyormuş gibi bildiğin yolda devam et.
Türkiye’nin AB’den beklediği belli. Göç anlaşmasının, vize kolaylığı anlaşmasının yenilenmesi ve adaylık görüşmelerinin yeniden başlaması, zirvelere davet edilme. Hepsi alınabilir mi? Müzakereye bağlı. AB’nin Türkiye’den ne beklediği belli. Yunanistan’la uzlaşma, Fransa’yla kavgaya son, göçmen kontrolüne devam ve siyasi, hukuki reformlar. Hepsi verilebilir mi? O da müzakereye bağlı.
Karşılıklı adımlar atılmaya başladı. Bir baktık Erdoğan ile Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron birbirlerine hakaret etmeyi bırakmış, nezaket mektupları yazıyorlar. Erdoğan’ın 12 Ocak’ta Ankara’daki AB Büyükelçilerine çiçek atması ardından Çavuşoğlu 21-22 Ocak’ta Brüksel’de AB ve NATO yetkilileriyle görüşmelere gitti. Oruç Reis’in Antalya limanına firkateynlerin de Aksaz üssüne çekilmesinden hemen sonra 25 Ocak’ta İstanbul’da Yunanistan ile 2016’da kesilen görüşmelerin başlayacağı açıklanmıştı. Bir şey çıkacağından değil, yapılması önemli diye.
Vaat çok ama henüz icraat yok
Reform meselesi tam bu süreçte ortaya çıktı. Erdoğan, ABD seçimlerini Trump’ın kaybettiğinin anlaşılmasından, hemen ardından damadı Berat Albayrak’ın ekonominin dümeninden çekilmesinden sonra -13 Kasım’da- reform gerekliliğinden söz etmeye başladı.
Adalet, İçişleri ve Hazine ve Maliye bakanlıklarıyla AK Parti Genel Merkezinin ortak çalışmasıyla hazırlanan reform taslağının Erdoğan’a sunulduğunu 21 Ocak’ta öğrendik. Ne olduğunu, iyi mi, kötü mü sonuç vereceğini henüz bilmiyoruz. Şu ana kadar dış politikada -Yunanistan ve Doğu Akdeniz örneğinde gördüğümüz gibi- uzlaşma yönünde -her an geri alınabilir olsa da- atılmış bazı adımlar var ama reformlar konusunda sadece vaatler bulunuyor.
Bunun bir nedeni de Ankara’nın Batının asıl derdinin, Soğuk Savaş’takine benzer şekilde Rusya ve ek olarak Çin’e karşı birleşik cephe kurmak istediğini görmüş olması. Ne AB ne ABD’nin birinci önceliği Türkiye’deki insan hakları ve demokrasinin kalitesi değil, gerçekçi olalım.
İşte bu noktada Cumhur İttifakı ortağı, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “HDP kapatılsın, Kavala ve Demirtaş hapiste kalsın” türü çıkışları Erdoğan’ın işine yarıyor.
AB’yi mi, kendimizi mi kandırıyoruz?
Tabii hak ve özgürlükler bakımından durum da AB’nin Türkiye’ye müthiş bir Kıbrıs kazığı attığı 2004 yılından bu yana değişti. Özellikle son beş, altı yılda gerileyen sadece Türkiye’deki demokrasinin kalitesi değil. AB üyeleri arasında “tam demokrasi” sayılmayan Macaristan, Polonya gibi ülkeler var artık. ABD’de Joe Biden Başkanlık yeminini bir darbe girişimi gölgesinde ve Washington sokaklarında devriye gezen 25 bin askerin korumasında yaptı.
Öte yandan 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi ardından kısıtlanan hak ve özgürlüklerin artık ekonomiyi de siyaseti de zorlayan bir hal aldığı açık. Bunu Erdoğan da görüyor ve bu kısıtlamaların bir kısmını, kontrolün AK Parti’den çıkmasına izin vermeyecek kadar, reform adı altında gevşetecek. Türkiye’yi dış politika ve güvenlik alanında Rusya’ya kaybetmek istemeyen AB de bunları iyi yönde atılmış adımlar olarak kabul edecek.
Zaten Anayasa’da yazılı olan, mahkemelerin AYM ve AİHM kararlarına uyması gereğinin vurgulanması bunların arasında olabilir. Ama işi yine de -en azından bir on iki yıl- garantiye almak için bazı kilitler konuyor sisteme; İrfan Fidan’ın AYM üyeliği bu kilitlerdendir. AB (ve ABD) işine öyle geldiği için Doğu Akdeniz’de uzlaşma karşılığında bu tür reform adımlarını yeterli görebilir, o da yatırımcılara vize kolaylığı gibi tavizler dahi verebilir.
Biz mi AB’yi kandırmış oluruz, AB’mi bizi? Sanırım en çok kendi kendimizi…