7 Şubat akşamı Bağdat’ın Şii mahallelerinden Meştel’de bir araç yolun ortasında İran destekli patladı ve yanmaya başladı. Kısa süre sonra ABD Merkezi Komutanlık (CENTCOM) bir bildiriyle hava saldırısını üstlendi; 28 Ocak’ta Ürdün-Suriye-Irak sınırında, Suriye topraklarındaki gizli ABD askeri üssü “Kule 22’ye” yönelik SİHA saldırısında üç Amerikan askerinin öldürülmesine misillemeydi. İran Devrim Muhafızları destekli milis gücü Haşdi Şaabi bir süre sonra İran resmi haber ajansı IRNA’ya araçta öldürülen kişinin kendi çatıları altındaki Ketaib Hizbullah örgütü liderlerinden Abu Bakır es-Saadi olduğunu doğruladı. Dünyada giderek yayılan güç politikaları eğiliminin son örneği oldu ama sonuncusu olmayacağı kestirilebiliyor.
Güçlü olan haklıdır bakışı
“Güç haktan önce gelir” (Macht geht vor Recht) ya da gündelik lisanda kullanıldığı şekliyle “Güçlü olan haklıdır” sözünü Alman siyasetçi Otto von Bismarck 1863’te bir Meclis oturumunda sarf ettiğini sonra hep inkâr etmiş. O zaman cep telefonu ya da meclis tutanaklarıyla kayıt usulü olmadığından kanıtlanamamış. Ama güç politikaları kavramı 1914’te patlayacak olan (henüz ikincisi çıkmadığı için birinci denmeyen) büyük paylaşım savaşına doğru tırmanan uluslararası ilişkilerde belirleyici olmuş.
Örnek olarak Osmanlı İmparatorluğunun “hasta” ilan edilerek “güçlü” devletler, İngiltere, Fransa, Rusya arasında pay edilmesinin “hak” görülmesi, Osmanlı’nın da çareyi Almanya’yı dayanak görmekte bulması anımsanabilir.
İkinci Dünya Savaşı ardından kurulan yeni dünya düzeninin payandalarından biri ABD ve Sovyetler Birliği arasında kurulan nükleer dengeydi. Nükleer dengenin yanı sıra Birleşmiş Milletler sistemi de güç politikalarını bir ölçüde frenliyordu. 1992’de Sovyetler dağılınca ortaya çıkan boşluğu ABD tek başına doldurmak istedi ama aslında Çin ve başta (ABD sayesinde sahneye çıkarılan) radikal İslamcı, sınır-aşan silahlı hareketler doldurdu.
Güç politikaları yine gündemde
Bugün “Güçlü olan haklıdır” temelli politikalar hem küresel hem bölgesel ölçekte yeniden gündemde.
İlk örneğini 2003’te Irak’ın ABD ve İngiltere öncülüğündeki güçlerce işgalinde gördük. Rusya’nın ses çıkaracak hali yoktu. Ama Rusya’da 2008’de Gürcistan’ın Abhazya ve Güney Osetya bölgelerine el koydu. ABD’nin Kafkasya’daki iki bölge yüzünden kendisiyle savaşmayacağından emin olan Rusya 2014’te Ukrayna’nın Kırım yarımadasını ilhak etti. Bu arada 2010’da patlayan Arap isyanları hem ABD hem Rusya’nın Orta Doğu’da güç politikalarını -özellikle de Suriye sahnesinde- bütün imkânlarıyla sergilemesine vesile olmuştu. Tabii İran’ın da. Ancak asıl kırılma 2022’de Rusya’nın Ukrayna savaşını başlatmasıyla yaşandı: jeopolitik önem kavramı yeniden yükseldi
Ukrayna Krizinden çıkan en önemli sonuçlardan biri de ABD’nin fiziki askeri koruması olmadan Avrupa Birliğinin siyasi bir güç olmadığının ortaya çıkmasıydı. Ekonomik, kültürel, bilimsel bir güç olarak kalması bunu değiştirmiyordu.
Bu dönemin en önemli gelişmeleri arasında Almanya’nın Rusya korkusu gerekçesiyle 100 milyar avroluk askeri bütçe kararı almasıdır. Bu İkinci Dünya Savaşı öncesindekine benzer bir silahlanma eğiliminin önemli işaretidir.
Türkiye bunun dışında değil
Aslında güç politikalarının küresel değil ama bölgesel ölçekte ülkelerin ekonomik gücüyle doğrudan bir ilişkisi bulunmuyor.
Örneğin Rusya, Ukrayna’nın Kırım’dan sonra Donbas bölgesini de aldı, çünkü gücü bu kadarına yetiyordu. ABD ve diğer NATO güçlerinin Ukrayna’ya silah yardımının azalması halinde (elbette öncelikle Ukrayna’nın ve) “Batının” bu güç mücadelesini kaybedeceğini CIA Başkanı William Burns geçenlerde yayınladığı makalesinde yazdı.
Çin’in gücü şimdilik Batı yarıküreye yetmiyor ama Doğu yarıkürede, Pasifik bölgesinde (ve uzayda) uyguladığı güç politikalarıyla ABD (Japonya, Güney Kore, Tayvan gibi müttefiklerini) hiç olmadığı kadar zorluyor
İran’ın askeri gücü, teopolitikasına (din temelli politika) paralel olarak Orta Doğu’nun Şii nüfuslu bölgelerine yetiyor; İsrail ortak paydasıyla onu yapıyor.
Rusya ve İran gibi Türkiye’nin ekonomik gücü de örneğin AB’nin “güçlü” ülkelerine kıyasla zayıf. Ama askeri gücü PKK saldırılarını, devlet gücünün etkili olmadığı Suriye ve Irak topraklarında karşılamaya yetiyor. Onu yapıyor. Bu da Türkiye’nin 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ardından güç politikalarını benimsemesi sayesindedir.
Seçimlerde güvenlik politikaları
Türkiye’nin güç politikalarına kaymasında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 15 Temmuz kalkışmasının arkasında, iktidar hedefli yasadışı örgüte dönüşen Fethullah Gülen Cemaati üzerinden ABD’yi görmesinin payı büyük oldu.
Rusya’dan alınan S-400 füzeleri hem NATO üyeliğine rağmen artık bütün yumurtaları Amerikan sepetine koymayacağının hem de NATO üyelik koşullarını yerine getirse de stratejik özerklik çerçevesinde davranmak istediğini gösterdi.
Bu karar hem Suriye ve Irak topraklarında (bir yandan Irak hükümetiyle işbirliği imkanları araştırarak) askeri güç kullanmasını hem de Azerbaycan, Libya, Doğu Akdeniz gibi çevre coğrafyalara kendi çıkarları doğrultusunda müdahil olmasını getirdi.
Dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de dış politikada esas alınan güç politikalarının iç politikadaki türevi, güvenlik politikalarıdır.
Yerel seçimlerde de
Erdoğan, yaşanan ağır ekonomik krize rağmen 2023 seçimlerini (muhalefetin yetersizliği yanı sıra) güvenlik politikalarını öne çıkararak kazandı. Bunda (TB-2 SİHA, Anadolu çıkartma gemisi gibi) güç politikası unsurlarını da kullandı.
Yerel seçim dinamikleri genel seçimden farklı olmakla birlikte, Erdoğan 31 Mart seçimlerinde de güvenlik politikalarını öne çıkaracaktır. CHP seçmenini, özellikle de İstanbul’da DEM Parti seçmeninden desteğe yabancılaştırmak için AK Parti ve MHP’nin çabaları bunu gösteriyor.