ABD Başkanı Joe Biden Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı 10 Mart’ta telefonla aradı; 45 dakika görüştüler. Birkaç saat önce Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Antalya’da Rusya ve Ukrayna dışişleri bakanları Sergey Lavrov ve Dimitro Kuleba’yı bir araya getirmişti. Biden’ın Erdoğan’ı arayacağı ise bir gün önce, 9 Mart’ta İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog Ankara’dayken duyurulmuştu. Almanya Başbakanı Olaf Scholz’un 14 Mart’ta Türkiye’ye geleceği de o gün ilan edilmişti. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg’in Erdoğan’a teşekkürünü de atlamayalım. Daha birkaç hafta önce Türkiye’nin aralarında yeri olmadığını homurdanan ABD ve Avrupa’nın Türkiye çelişkileri birden bir sona mı ermişti?
Türkiye’nin Ukrayna krizinin diplomasi cephesinde öne çıkması ABD VE Avrupa’nın Türkiye’ye yönelik eleştirilerini ortadan mı kaldırmıştı? Tutarsızlıklar görülüyordu.
Hem takdir hem yaptırım
Biden telefonda Erdoğan’a Türkiye’nin Rusya-Ukrayna çatışmasının “diplomatik çözümünü desteklemeye yönelik çabalarını ve (…) bölge liderleriyle yakın bir zamanda kurduğu temasları da” takdirle karşıladığını söylemişti. Buradaki çoğul ifadeden sadece İsrail değil, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ile son zamanlardaki yakınlaşmanın kastedildiği anlaşılıyordu. Antalya Diplomasi Forumu (ADF) Azerbaycan ve Ermenistan Dışişleri Bakanlarını da bir araya getirmiş, Türk ve Ermeni dışişleri bakanları 13 yıl aradan sonra ilk defa görüşmüştü.
Rusya ve Ukrayna’nın Antalya temasının Türk diplomasisinin zaferi olduğunu vurgulayan Erdoğan ise Biden’a “savunma sanayii alanında Türkiye’ye yönelik tüm haksız yaptırımların kaldırılmasının zamanının çoktan geldiğini” söylemişti.
Erdoğan bu konuda haklıydı; daha birkaç hafta öncesine dek Türkiye’nin SİHA satışının yasaklanmasını isteyen ABD ve Avrupa’nın Ukrayna’da direnişin Bayraktar TB-2’ye şarkılar yakması ardından konuyu açmaması ilginçti. Oysa ABD Türkiye’yi Rusya’dan S-400 aldığı İçin F-35 programından çıkarmış, hava savunmasını F-16 modernizasyonuyla güçlendirme talebine ise henüz yanıt vermemişti. Türkiye’nin Avrupa’nın NATO uyumlu SAMP -T hava savunma sistemleri edinme projesi de ABD’nin fiili engeline takılıyordu.
Ekonomik krizin dış politikaya etkisi
Türkiye’de kamuoyu bu gelişmeler karşısında da bölünmüş görünüyor.
ABD’den çok Amerikancı NATO’dan çok NATO’cu kesilenler “Ama S-400, adamlar haklı” havasında, şimdi Erdoğan’ın “One minute” çıkılından nasıl paşa paşa İsrail’e döndüğünü öne çıkarıyor.
Karşılarında ise son dönemde perde arkasında Dışişleri’nin yürüttüğü diplomasi çabasını “monşerler” diye küçümseyen sığlık, çözümün sadece Erdoğan’ın Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin’e telefonuyla geldiği propagandasını tekrarlıyor.
Bir taraf her durumda Erdoğan’ın yaptığının yanlış olduğunu kanıtlama peşinde. Diğer taraf da Erdoğan’ın her yaptığının, daha öncekilerinin tersi bile olsa değişmez doğrular olduğunu tekrarlıyor.
Her iki uç da ülkelerin ezeli dostları ve enedi düşmanlarının olmadığını, değişen çıkarları olduğu gerçeğini görmek istemiyor.
Her ikisi de Erdoğan’ın dış politika çizgisinin son dönemde (İlter Turan’ın tanımıyla) perakendeci, yani her dosyayı kendi çerçevesinde ele alma anlayışından toptancı, yani bütüncül yaklaşıma geçmekte olduğunu görmek İstemiyor. Bu Türk dış politikasının geleneksel hattına -tam olarak dönüş diyemesek bile- yakın bir çizgidir. Arka kapı kanallarından çok “Ortodoks”, geleneksel diplomasi öne çıkmıştır.
Bu değişimde Türkiye’nin önceki ABD Başkanı Donald Trump’ın “ekonominizi mahvederim” dediği 2018’den bu yana yaşadığı ekonomik krizin payı var.
Biraz açalım.
Dünya ile kavga ederek işler düzelmiyor
Erdoğan özellikle 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişiminin tepkisiyle, aslında 2013’ten bu yana geçerli olan “değerli yalnızlık” çizgisine çekilmişti.
Bu çizgi 2020’de Covid-19 salgınının vurmasına dek devam etti. Erdoğan’ın faiz-enflasyon ilişkisi ısrarı koronavirüs salgıyla birleşince kur krizi mali krize, oradan ekonomik krize dönüşmeye başladı.
“Beni böyle kabul edeceksiniz” mesajıyla dünyayla kavgalı dış politika çizgisi yine ABD‘yle ilgili bir konuda değişmeye başladı. Bu, ABD Afganistan’dan apar topar çekilirken Türkiye’nin yardımını gördüğü dönemeçti. Bunu BAE ve İsrail açılımları izledi. Ukrayna Krizi ise Türkiye’nin Avrupa’nın, özellikle Avrupa Birliğinin yapamadığını yapabilme kapasitesini gösterdi.
Dağılan Sovyetler Birliğinin en büyük iki ülkesi Rusya ve Ukrayna arasındaki çatışmada diplomatik dönüm noktası sayılabilecek buluşma komşu NATO üyesi Türkiye’de yapıldı.
“Ama ateşkes çıkmadı” söylemi zayıftır; savaş hali söz konusuyken ilk buluşmada barışma beklentisi zaten gerçekçi değildir. Savaşan tarafları buluşturmanın kendisi önemlidir.
Türkiye’ye yararı, Erdoğan’a yararı
Son gelişmelerin Türkiye’nin uluslararası siyasetteki yerini öne çıkardığı ortada.
ABD ve Avrupa’nın şimdilerde Türkiye’ye gösterdiği yakınlık, doğal olarak çıkarları doğrultusundadır. Yoksa Osman Kavala’dan Selahattin Demirtaş’a, yargı bağımsızlığından basın özgürlüğüne dek hak ve özgürlükler cephesinde değişen bir şey yok. Değişen diplomasi atmosferiyle özellikle Avrupa’nın, AB’nin yeni bir yaklaşımı olursa hak ve özgürlükler atmosferinde değişim olup olmayacağını zaman gösterecek.
Erdoğan’ın umudu, bu yakınlaşmanın dış yatırım iklimini hızla değiştirmesi ve 2023 seçimine giden yolda AK Parti’nin iktidarını sürdürmesine yardımcı olması.
Bu daha zor görünüyor.
Uluslararası mali kuruluşların Ukrayna Krizi nedeniyle Covid-19 sonrası toparlanma eğilimindeki dünya ekonomisine dair tahminlerini düşürmeye başladığı görülüyor.
Rusya’dan çekilen Batı yatırımları ve Rus parası bu değişen atmosferde Türkiye’ye gelir mi? Gelirse hemen halkın refah seviyesine yansıyıp düzelme sağlar mı? Kalıcı olur mu?
Dahası Batının, ABD ve Avrupa’nın Türkiye’ye çifte standartlı, ön yargılı bakışı bu krizdeki yapıcı rolü nedeniyle değişir mi?
Bu soruların hiçbiri henüz yanıtlanmadı.