Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan yalnızca üç gün önce, 22 Şubat’ta yaptığı açıklamada, 5 Mart’ta Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron’u İstanbul’da ikinci İdlib toplantısında ağırlayacağını söylemişti. 25 Şubat’ta Azerbaycan’a giderken ise şunları söyledi: “Sayın Macron ile Merkel ve Sayın Putin arasında tam bir ittifak söz konusu değil. Fakat en kötü ihtimalle 5 Mart’ta bizim Sayın Putin ile bir araya gelmemiz söz konusu olabilir. Bu bir araya gelişte de biz telefonun ötesine geçip, yüz yüze bu görüşmeleri yapma konumunda olacağız.”
Bu açıklama, adeta 5 Mart’ta dörtlü görüşmenin yapılmayabileceğini ima ediyordu. Bu da Almanya’nın Ankara Büyükelçisi Martin Erdmann’ın bir gece önce bir resepsiyonda, gazetecilerin sorusu üzerine henüz İstanbul toplantısı üzerine resmen talimatlandırılmamış olduğunu söylemesini akla getiriyordu. Aslına bakarsanız, 21 Şubat akşamı Rusya Büyükelçiliğindeki bir başka resepsiyonda, Putin-Erdoğan görüşmesinin sona ermesi haberini aldıktan sonra gazetecilerin sorusunu yanıtlayan Rusya Büyükelçisi Aleksey Erkhov da görüşmelerin dörtlü mü, üçlü mü, ikili mi yapılacağının henüz belli olmadığını söylemişti.
Erdoğan’ın belki 5 Mart’ta sadece Putin ile yüz yüze görüşebileceklerini söylemesinden kısa bir süre sonra, Putin’in sözcüsü Dimitri Peskov konuştu. Peskov, “İkili bir temas konusunda” planlama yapmadıklarını söyledi; “Ancak çok taraflı formatta olası bir toplantı” için çalışmalar devam ediyordu. Ama Putin’in bu “çok taraflı” toplantıyla Fransa ve Almanya liderlerini değil, Erdoğan ve İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani ile, yani Astana ortaklarıyla üçlü bir toplantıyı kast ettiği anlaşılıyordu. (Bu arada İran’ın bir yandan Coronavirüs, diğer yandan yeni ABD yaptırımlarıyla başının dertte olduğunu kaydedelim. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun İranlı mevkidaşı Cevat Zarif ile görüşmeleri konusunda ayrıntılı açıklama yapılmadı.)
Uçurum yamacı siyaseti
Bu demeçlerle daha da gerilen ortamın yankısı 25 Şubat öğleden sonra ABD Dışişleri Mike Pompeo’dan geldi. Pompeo, “Rejimin saldırıları NATO müttefikimiz Türkiye’yle çatışma riskini artırıyor” diyor, Beşar Esad rejiminin “askeri bir zafer elde edemeyeceğini” söylüyordu.
Bu arada Rus yapımı jetlerin İdlib şehrine akınlarında 21 sivilin öldüğü haberleri üzerine Moskova “Bizim uçağımız değil” yalanlamasını yayınlıyor, bu da geriye Suriye hava kuvvetlerinin kendi şehirleri ve vatandaşları üzerine bomba yağdırdığı anlamına geliyordu.
Görünen o ki, Erdoğan daha önce Amerikalılara karşı (Cerablus, Afrin ve Tel Abyad harekatlarında) başarıya ulaşan uçurum yamacı siyasetini İdlib’te Putin’le denemek istiyor. Bu siyaset savaşa girmeyi göze alarak inatlaşıp, son anda alabileceğini alarak geri çekilme anlamına kullanılan İngilizce “Brinkmanship” deyimine karşılık geliyor. Ama bu defa iki farkı var. Birincisi, Putin de Erdoğan gibi bu siyasetin ustası. İkincisi de Erdoğan NATO müttefiki ABD Başkanı Donald Trump’a bu taktiği uygularken, Suriye’de Rusya’nın desteğini almıştı; şimdi durum tam tersine.
Savaşın kıyısına kadar gelip
Ankara, Şam’ın İdlib’i geri alarak, artık gerek kalmadığı söylemiyle BM gözetimindeki Cenevre Konferansı sürecini askıya alacağından endişe ediyor. Çünkü BM süreci Suriye’deki meşru muhalif güçleri de kapsıyor ve bu süreçte -şu anda Suriye dışında bulunanlar dahil- bütün vatandaşların oy kullanması Esad için de, Putin ve Ruhani içinde kötü sonuç verebilir.
Mantık sınırları içinde, Rusya’nın Türkiye’den sağladığı stratejik çıkarları İdlib için çöpe atması da, Türkiye’nin Rusya’nın düşmanlığını üstüne çekmesi de akla yakın görünmüyor. Ama bu uçurum yamacı, ya da “brinkmanship” inatlaşması tehlikeli bir siyasi taktik. Bu da akla bu deyimi ilk kullanan siyasetçi olan Soğuk Savaşın ABD Dışişleri Bakanlarından John Foster Dulles’ın “savaşın kıyısına kadar gelip” demesini, getiriyor; “savaşa girmemeyi becerebilmek, bir sanattır.”
Umalım ki Erdoğan da, Putin de bu sanatı iyi icra edebilsinler de bir an önce kapansın hayırlısıyla bu Suriye sayfası.