Prof. Dr. Utku Perktaş, Hacettepe Üniversitesi, Biyoloji Bölümü öğretim üyesi.
Bugünlerde Orta Doğu’da ve hemen kuzeyimizde, toprakla bağı olan halklar bir kez daha savaşın yıkımına tanıklık ediyor. Evlerini, ürünlerini, çocuklarının geleceğini kaybeden bu insanların en çok ihtiyaç duyduğu şey belki de hâlâ barış. Ve bu barışı simgeleyen şeylerden biri, binlerce yıldır Akdeniz’in kıyılarında varlığını sürdüren zeytin ağacı. Kökleri derine inen, gövdesi zamanla buruşan ama hâlâ
Türkiye’de akademi ve üniversite kavramları gündeme geldiğinde, aklımıza gelen ilk şey genellikle bilimsel üretim oluyor. Üretim dediğimizde ise durum hemen sayılara hapsoluyor: Kaç araştırma makalesi, kaç tez, kaç proje, indekslerdeki sıralama, üniversitelerin dünya listelerindeki yeri gibi… Elbette, değerlendirme için istatistiklere bakılır. Ama bir üniversiteyi sadece sayılarla ölçebilir miyiz? Peki ya nitelik? Temsil? Akademiyi değersizleştirme dönemi
Bu haftanın başında Trabzon’da yaşanan sel felaketi, aşırı hava olaylarını ve bunların en önemli nedeni olarak da iklim değişikliğinin etkilerini bir kez daha gözler önüne serdi. Ortahisar ve Akçaabat ilçelerinde etkili olan sağanak yağışlar, yolları ve evleri sular altında bıraktı; bir kişi öldü, bir kişiyi arama çalışmalarıysa ben bu yazıyı yazdığımda devam ediyordu. Beşirli ve
Modern üniversitenin krizinden söz etmek için her geçen gün daha fazla nedenimiz var. Akademik özgürlüklerin daraldığı, düşünsel üretimin yerini idari sadakatin aldığı, bilimsel liyakatin ise politik beklentilerle sınırlandığı bir dönemdeyiz. Üniversite krizi yalnızca Türkiye’ye özgü değil; Amerika’dan Avrupa’ya, otoriterleşmenin üniversite yapılarını dönüştürdüğü küresel bir evreden geçiyoruz. Modern üniversite fikri, günümüzde ciddi bir sınavdan geçiyor. Akademik
22 Mayıs Dünya Biyoçeşitlilik Günüydü. Akademik düzeyde etkinlikler düzenlendi, raporlar yayımlandı, bazıları sosyal medyada birkaç görsel paylaştı. Ancak türler yok olmaya devam ediyor. Geriye sessizce yitip giden türler, artık var olmayan habitatlar ve doğaya dair kayıtlara geçemeyen son sesler kalıyor. İnsanlığın üretim ve tüketim hızıyla yarışamayan canlılar, artık neredeyse yalnızca akademik raporların, müze vitrinlerinin ya
“Azıcık bir gelenek oluşturmak bile, bitimsiz bir tarih birikimini gerektirir.” Henry James’in bu sözü, üniversitelerin yalnızca bilgi aktarılan mekânlar değil, aynı zamanda tarihsel hafıza, etik duruş ve sessizce örülmüş direnişlerin taşıyıcısı olduğunu hatırlatır. Bugün bize küçük gibi görünen bir akademik refleksin ardında, çoğu zaman görünmeyen ama derin izler bırakan kolektif çabalar ve anlamlı sessizlikler vardır.
“Görülmeyen Akademi” başlıklı ilk yazımda, içeriden yükselen sessizliklerin akademik dünyanın görünmeyen kırılma hatlarına işaret ettiğini tartışmış ve akademinin bugün nasıl bir değer kaybına uğradığını, kişisel deneyimlerim ışığında anlatmaya çalışmıştım. Ardından, “Diploma İptali, Demokratik Gelecek ve Akademik Özgürlüğün Küresel Çöküşü” başlıklı ikinci yazımda, bu sessizlikten küresel baskı iklimine uzanan yolu ele almış; akademik özgürlüğün dünya ölçeğinde
Türkiye’de üniversite özerkliği ve kurumsallaşma yolunda ilerleme yerine zamanla bir gerileme yaşandı. Son yirmi yılda, akademik unvanlardan bilimsel çıktılara kadar yükseköğretimin farklı alanlarında bir “değer kaybı” süreci gözlemlendi. Türk yükseköğretim sistemi, yalnızca kalite açısından değil, akademik özgürlük ve bilim insanlarının bağımsızlığı yönünden de köklü bir dönüşüm geçirdi. Diploma iptali konusu büyük resimdeki sorunun yalnızca bir
Üniversite yalnızca bir kurum değil, bir vaattir. Düşünceye, özgürlüğe, sorgulamaya ve ortak akla dair bir vaat. Ancak Türkiye’de bu vaat giderek daha fazla sesini yitiriyor. Yükseköğretim sistemi, uzun süredir niceliği önceleyen, liyakati değil bağlılığı ödüllendiren ve kurum kültürünü yöneticinin kişisel tercihleriyle şekillendiren bir yapıya evrildi. Türkiye’de üniversitelerinde sessizce ilerleyen kırılmalar, atama kültürünün gölgesinde şekillenen temsil
Türkiye, ilk İklim Kanunu teklifiyle “net sıfır emisyon” hedefini yasallaştırmayı ve iklim krizine karşı sistematik adımlar atmayı vadediyor. Şehirlerin iklim dirençlerinin artırılması, emisyonların yönetilmesi, yeşil finansman mekanizmaları, su ve gıda güvenliğinin sağlanması gibi birçok başlık, teknik düzeyde oldukça kapsamlı görünüyor. Ancak Türkiye’nin ilk iklim kanunu olacak bu metin, Antroposen çağın (insan çağının) gerektirdiği, insan-doğa ilişkisine