Daha birkaç gün önce zeytinliklerin karşı karşıya olduğu tehdit üzerine yazmıştım. Durumun ehemmiyeti basında henüz dile gelmişken ve tartışılırken şimdi de farklı bir değişiklikle karşı karşıya kaldık. Bilimsel çalışmalar için ayrılan ve yapılaşmaya kesinlikle izin verilmeyen kesin korunması gereken hassas alanlar, yani sit alanları ve doğa açısından önemli alanlar “kamu yararı” gerekçesiyle altyapı yatırımlarına açıldı;
Anadolu gibi doğal zenginliğin yüksek olduğu bir yerde, kendi doğamıza o kadar yabancıyız ki, tarihte yaptığımız yanlışları tekrar edip duruyoruz. Bu durumun örnekleri basına geçmişte yansıyordu, bugün de yansımaya devam ediyor. Mesela, 2016 yılında basında “yaban hayatı için göle su taşıdılar” başlıklı bir haber çıkmıştı. “Bekilli Belediyesi, yaban hayatının korunması için önemli bir çalışmaya imza
Yazılarımı okuduysanız, benim, içinde olduğumuz yokoluş çağına tüm sebepleriyle dikkat çekmek isteyen biri olduğumu anlarsınız. Tüm sebepleri diyorum, çünkü bu, mesleki sorumluluğumun bana bıraktığı bir miras. Çevremizde olup bitenler sadece biyoçeşitlilik krizi ile sınırlı değil, ısınan dünya çok büyük bir sorun olsa da yaklaşık 10 yıldır Orta Doğu’da insanlar bir yerden bir yere göç ediyorlar.
Geçtiğimiz yıl hem dünyada hem ülkemizde önemli çevre felaketleri yaşadık. Türkiye’de tarihinin en büyük orman yangınları, artan sıcaklıklar nedeniyle geçtiğimiz yıl deneyimlendi. Bunun yanı sıra can alan seller, kuraklığın sonucu yok olan göl ve gölcüklerimiz aslında gözümüzün önünde olan ama bir türlü farkında olmadığımız çevresel kayıplar olarak kayıtlara geçti. Dünya ekonomik forumu küresel riskleri sıraladığında,
Paris İklim Sözleşmesine katıldığımız bugünlerde yakaladığımız ivmeyle sadece iklim krizi değil, aynı zamanda ülke olarak sahip olduğumuz biyoçeşitlilik ve kaybettiğimiz habitatlar hakkında da farkındalığımızı da artırmalıyız. Örneğin kuraklık yaşadığımız gezegen için artık bir sonraki pandemi olarak tanımlanıyor. Kuraklığın getirdiği en önemli maliyet ise kuruyan göl, gölcük ve iç sulak alanlarımız.Türkiye, 1971 yılında imzalanan ve sulak
Dünya Çevre Kalkınma Komisyonu yaklaşık 25 yıl önce, 1987 yılında hazırladığı raporla sürdürülebilirlik kavramını literatüre soktu. İnsan çağına atfedilen bu raporda hızlı sanayileşme ve nüfus artışına atıf yapılarak ekonomik gelişim ve küreselleşmenin çevre üzerine etkileri tartışılıyordu. O zamanlarda sorunlar görülmeye başlanmıştı ve uyarı niteliğinde girişimlerle geleceğe dair adımlar atılmaya çalışıyordu. 1980’lerin sonunda görülen en önemli
Geçtiğimiz hafa sonu Dünya biyoçeşitlilik günüydü. Ben de bir acil durum yazısı yazarak azot kirliliğine dikkat çekmiştim. Tesadüf olacak, bu yazıdan sonra Türkiye çevre gündeminde Marmara Denizi’ndeki deniz salyası görüntüleri yer almaya başladı. Uzmanlar basında yer alan haberlerde bu hadisenin küresel ısınmanın bir sonucu olduğu konusunda uyarılarda bulunuyorlardı. Haber, sadece Türkiye’de değil uluslararası basında da
22 Mayıs, dünya biyoçeşitlilik günü. Yaşadığımız gezegende biyoçeşitliliği tehdit eden, yaşamımızı bilinmez bir geleceğe sürükleyen birçok tehditle karşı karşıyayız. Bu tehditleri yavaşlatmak ya da durdurmak mümkün olsa da, biyoçeşitliliğin içinde olduğu krizin telafisi yok. Sanayi devrimi sonrası başlayan insan çağı (Antroposen) dünya üzerine büyük yükler getirdi. Bu yüklerin en önemli nedeni olan insan baş etmesi
Bu yazıya bir soruyla başlamak yerinde olacak: “Biyoçeşitlilik ekonomiye ne kadar katkıda bulunur?” Ekologlar ve ekonomistler yıllardır bu tür sorulara cevap arıyorlar.[1] Özellikle gelişmekte olan ülkelerin hükümetleri farklı bakış açılarıyla cevaplarını ortaya koyuyorlar. Başarılı oluyorlar mı? Benim cevabım hayır; çünkü geride bıraktığımız iki yıla damgasını vuran çevresel felaketler ve Kovid-19 salgınıydı. Tüm bunların altında yatan
Bugün dünyadaki tüm ülkeler Kovid-19 salgını nedeniyle akciğer enfeksiyonu ve buna bağlı ölümlerle mücadele ediyor. Dünyanın birçok ülkesi salgın nedeniyle yangın yerine dönmüş durumda. Vaka sayıları neredeyse 40 milyonu aştı. Salgın nedeniyle ölenlerin sayısı ise 1 milyonun üzerine çıktı. Kuzey ve Güney Amerika’daki ülkeler de salgın nedeniyle gündemden düşmüyor. Brezilya’da ölenlerin sayısı oldukça yüksek, ülke