“Ekonomik Kurtuluş Savaşı filan yok. Elinde kuru ekmeği ile kalmış insanları, vatan savunmasındaymış gibi kandırmaya çalışıyorlar.” Ali Babacan, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 22 Kasım’daki kabine toplantısı ardından yaptığı açıklamaları 23 Kasım’da DEVA Partisi Twitter hesabından bu sözlerle reddetti.
Yıllarca Erdoğan’ın ekonomi kaptanlığını yaptıktan sonra yolunu ayıran Babacan bu yayını yaptığı sırada 12 Türk lirasına bir ABD doları, 13 lira 70 kuruşa 1 Avro, 700 liraya 1 gram altın alınabiliyordu. Serbest düşüşün nerede duracağına dair kimsenin bir fikri yoktu. Türkiye bu manzaraları 1990’larda, Tansu Çiller’in 5 Nisan 1994 kararları ardından yaşamıştı ama gelinen aşama artık “1990’lar mı, yoksa daha da karanlık yıllara, 1970’ler mi?” sorusunu sorduruyor.
Aslında Erdoğan’ın “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” söylemi başka çağrışımlar da yaptı bende. Cumhurbaşkanı, kime ilan ettiği belli olmayan bu ekonomik savaşın başkomutanı sayıyor belli ki kendisini. Artık her şeyi Diyanet’e sorduğumuz anlaşıldığına göre, bu hamle de tutmazsa sırada ne var? Ekonomik Cihat mı?
Her sıkıştığında “Kurtuluş Savaşı” denir mi?
“Bu hamle tutmazsa” diyorum, çünkü Erdoğan “Ekonomik Kurtuluş Savaşını” daha önce de ilan etmişti. Bu Erdoğan’ın İkinci Ekonomik Kurtuluş Savaşı sayılır ve bu günkü halimizden anlaşılacağı üzere ilki başarısız olmuştu.
Cumhurbaşkanı ilk olarak 16 Ekim 2018’de, dolar henüz 5,77 lira iken de “Ekonomik Kurtuluş Savaşı” ilan etmişti AK Parti Meclis Grup toplantısında. Hatırlayacaksınız, 24 Haziran 2018 seçimlerinden önce Erdoğan, yetkiyi bir kez daha aldığı takdirde “döviz kurunu da enflasyonu da faizi de düşüreceği” sözünü vermişti. MHP lideri Devlet Bahçeli sayesinde ilk turda seçilince ilk işlerinden biri Hazine ve Maliyeyi birleştirip (iki yıl sonra dolar 8,32’ye fırlamışken trenden atlayan) damadı Berat Albayrak’a emanet etmek olmuştu. İşte ilk ekonomik kurtuluş savaşını Albayrak’la “enflasyonun sebebi faizdir” fikrini uygulamaya koydukları sırada ilan etmişti Erdoğan.
Bir cumhurbaşkanı her sıkıştığında kurtuluş savaşı ilan eder mi?
Belki Türkiye’nin tek gerçek Kurtuluş Savaşının önderi Atatürk’ün itibarından yararlanmak istiyor ama vakit artık çok geç değil mi?
Savaş kime karşı, nasıl, hangi silahla?
Savaş şu anda yel değirmenlerine açılmış görünüyor.
“Mandacı iktisatçılar” derken sadece ekonomi bilimi uyarınca eleştiride bulunanları kast ediyor olamaz. Satır aralarında kendisini devirmeye çalışanların arkasında ABD’yi gördüğü açık. O zaman ABD Başkanı Joe Biden ile baş başa görüşebilse neleri çözebileceğini düşünüyor ki bu kadar ısrarcı oluyor?
Bu savaşı kime karşı, nasıl, hangi silahlarla verecek Erdoğan? Yeni banka operasyonlarıyla, mevduat operasyonlarıyla mı? Yoksa, madem savaştayız, ekonomi konusunda iktidarın hoşuna gitmeyecek yorum yapanlara “vatana ihanet” muamelesiyle hakaret ve ceza davaları açtırarak mı? Yakında TV’lerin döviz kuru hareketlerini ve ekonomi programı yayınlamalarına kısıt gelirse şaşıracak mıyız? Savaş bu deyip çıkılamaz mı sizce? O nedenle bu da tutmazsa sırada ekonomik cihat olup olmadığını soruyorum.
TÜSİAD Baş Ekonomisti Gizem Öztok Altınsaç “faiz indirimi kredi faizlerine yansımıyor, risk primi ve ekonomiye güvensizlik artıyor, fakirleşiyoruz” diye yazdı. Bırakalım işçi sendikalarını, işveren kuruluşlarının da fakirleşme endişesiyle güvensizlik beyan ettiği günlerden geçiyoruz.
Tehlike: fabrikalar da, üretim üsleri de ucuzluyor
Erdoğan düne kadar kendisine karşı kurulduğunu söylediği kumpasların arkasında ABD dışında iki ülke arıyordu: Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) ve İsrail.
Bugün ikisiyle de dostluk kapıları aralanmış duruyor. İsrail’le saçma sapan bir casus avı girişimi sayesinde en üst düzeyde temas kuruldu. Erdoğan İsrail Cumhurbaşkanı Yitzak Herzog ve ardından Başbakan Naftali Benet ile telefonda görüştü. BAE (Abu Dabi) Veliaht Prensi Muhammed bin Zayed el Nahyan 24 Kasım’da Ankara’da olacak. Uluslararası planda da Türkiye alerjisiyle tanınan ve kısaca MBZ diye anılan prens ile ilişkilerin geliştirilmesi konuşulacak.
Bölgede dostluk rüzgârları esmesi ne güzel, değil mi? Tam da doğrudan dış yatırımlar suyunu çekmiş, Kanal İstanbul ve benzeri çılgın projelere Batı’dan para koyacak kimse bulunamazken. Üstelik Türk lirası serbest düşüşe bırakılmış, sadece lira değil, Türkiye’nin değerli üretim tesisleri, fabrikaları, şirketleri de feci şekilde ucuzlamış, döviz hesabıyla üç kuruşa alınabilecek hale gelmişken.
Sonra ekonomik kurtuluş savaşı, sonra yerli ve milli ekonomi öyle mi?
Neden 1990’lar kaygısı yerini 1970’lere bırakıyor?
Çünkü 1990’larda da 1970’lerin ülkeyi “70 sente muhtaç” eden koalisyonlar zamanında olduğu gibi her gün değişen etiketler vardı. Siyasi kutuplaşmayı körükleyen iktidar çevreleri vardı. Ama 90’larda pahalılık olsa da mal sıkıntısı yoktu, istifçilik, gıda malzemelerini taneyle satma 1970’lerde kalmıştı.
1990’ların kutuplaşma ve kötü ekonomi yönetimi 2000-2001 mali krizinin ve ardından AK Parti iktidarının yolunu açmıştı. 1970’leri ise hatırlamak dahi istemiyoruz, değil mi?
Bu arada, merak edenler için söyleyeyim: yazıyı bitirdiğimde dolar 12 lira 48 kuruş, Avro ise 14 lira 5 kuruş düzeyindeydi.