“Azıcık bir gelenek oluşturmak bile, bitimsiz bir tarih birikimini gerektirir.” Henry James’in bu sözü, üniversitelerin yalnızca bilgi aktarılan mekânlar değil, aynı zamanda tarihsel hafıza, etik duruş ve sessizce örülmüş direnişlerin taşıyıcısı olduğunu hatırlatır. Bugün bize küçük gibi görünen bir akademik refleksin ardında, çoğu zaman görünmeyen ama derin izler bırakan kolektif çabalar ve anlamlı sessizlikler vardır.
“Görülmeyen Akademi” başlıklı ilk yazımda, içeriden yükselen sessizliklerin akademik dünyanın görünmeyen kırılma hatlarına işaret ettiğini tartışmış ve akademinin bugün nasıl bir değer kaybına uğradığını, kişisel deneyimlerim ışığında anlatmaya çalışmıştım. Ardından, “Diploma İptali, Demokratik Gelecek ve Akademik Özgürlüğün Küresel Çöküşü” başlıklı ikinci yazımda, bu sessizlikten küresel baskı iklimine uzanan yolu ele almış; akademik özgürlüğün dünya ölçeğinde
Üniversite yalnızca bir kurum değil, bir vaattir. Düşünceye, özgürlüğe, sorgulamaya ve ortak akla dair bir vaat. Ancak Türkiye’de bu vaat giderek daha fazla sesini yitiriyor. Yükseköğretim sistemi, uzun süredir niceliği önceleyen, liyakati değil bağlılığı ödüllendiren ve kurum kültürünü yöneticinin kişisel tercihleriyle şekillendiren bir yapıya evrildi. Türkiye’de üniversitelerinde sessizce ilerleyen kırılmalar, atama kültürünün gölgesinde şekillenen temsil
Üniversite fikrinin temelinde aramak, araştırmak yatar. Bunun yapılabilmesi için soru sormak gerekir, hoşa gitmeyen aykırı fikirleri tartışmanın serbest olması gerekir. Medyayı, karar organlarını ele geçirmiş, “hakikat” üzerinde tekel kurmuş bir iktidar olabilir. Eğer üniversite özerk ve özgürse, orada bu hegemonyaya meydan okuyacak, “hayır hakikat öyle değil” diyecek öğrenciler, akademisyenler çıkar. Seslerini duyuracak güçleri olmayabilir; sonuçta
Yükseköğretim görmüş kişiler, çalışma hayatlarında daha tatmin edici işlerde çalışırlar. Tatmin edici demekle ne kastediyoruz? Entelektüel olarak daha zengin, çalışma şartları daha rahat, prestiji daha yüksek? Bunlar da söz konusu olabilir, ama genel olarak anlaşılan, daha yüksek bir gelir elde edilmesidir. Yoksullukta eşitlendik* TÜİK verilerine göre, Türkiye’de yükseköğrenim görmüş kişilerin gelirinin sadece lise eğitimi görmüş
Türkiye’de üniversite var-dı. ‘Dı’ diyorum, çünkü artık Türkiye’de değerini yitirmiş ve amacından sapmış bir kurum olarak üniversite var. Açık Radyo’da hazırladığım Antroposen Sohbetler programının son bölümünde gazeteci Tuğba Tekerek’i ağırladım. Söyleşide odak noktamız, genellikle karmaşık bir konu olarak algılanan ve Türkiye’de değerini yitirdiğini düşündüğüm üniversitelerdi. Tuğba Tekerek’in 2023’te yayımlanan “Taşra Üniversiteleri – AK Parti’nin Arka
İnsan, çok sevdiği birisi ölünce hemen kabullenemiyor. Yasın beş aşaması olduğu kabul ediliyor: inkâr, öfke, pazarlık, depresyon, kabul. Sanırım depresyonla kabul arasında bir yerdeyiz: Boğaziçi Üniversitesi’nin ölümünü kabullenmeye yakınız. Üç sene önce üniversitemize kayyum atandığında, durumu önce anlayamadık: İnkâr ile öfke arasında gidip geldik. Bu durumun geçici olduğunu, başına bir kayyum atamakla üniversitenin değişmeyeceğini söyledik