Türkiye’nin siyasi ve ekonomik gündemi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, ABD Başkanı Joe Biden ile 14 Haziran’daki NATO zirvesi çerçevesinde yapacağı görüşmeye kilitlenmiş durumda. Bu görüşme sadece son yıllarda ciddi krizlerle sınanan Türkiye-ABD ilişkilerinin geleceği açısından önemli olmakla kalmıyor. Nitekim, Erdoğan’ın 13-14 Haziran Brüksel seferinde NATO zirvesi ve Biden görüşmesi dışında önemli ikili temasları da var. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, İngiltere Başbakanı Boris Johnson ve Yunanistan Başbakanı Nikos Miçotakis bunlar arasında. Biden nasıl G7, NATO, AB zirveleri ve nihayet Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin görüşmesiyle 10-16 Haziran Avrupa seferiyle Batı’nın liderliğini yeniden ele almak istiyorsa, Erdoğan de 13-14 Haziran Brüksel seferiyle Türkiye’nin Batıyla ilişkilerini yeniden tanımlamak istiyor. Ve kendi yönetimindeki Türkiye’nin diye eklemek gerekiyor.
Aslında Erdoğan-Biran görüşmesi son iki aydır süren diplomasi sonucu, eğer içeride planlanmamış, beklenmedik bir gerilim yaşanmazsa tamamlanmış, geriye birlikte fotoğraf vermek kalmış da denebilir. Cumhurbaşkanının Güvenlik ve Dış Politikalar Danışmanı İbrahim Kalın’ın 12 Haziran’da ABD Başkanının Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan ile yaptığı telefon görüşmesi çerçeveyi çizmiş görünüyor. O çerçeve;
1-NATO ve diğer stratejik işbirliğine odaklanma, ve
2-Karşılıklı çıkar ve saygı olarak çiziliyor.
Bunlar boş laflar değil, birazdan açacağım. Ve o çerçeve içinde Rus yapımı S400 füzeleri başta olmak üzere “ikili” sorunların yanı sıra Afganistan, Suriye, Libya, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs konuları sayılıyor.
Batı’nın “Güney ve Doğu beyliği” mi?
Bu açıklamanın yapıldığı gün, Kalın’ın Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu Başkanlığında, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ve MİT Başkanı Hakan Fidan’ın da bulunduğu bir heyetle Libya’da bulunduğunu hatırlatmakta yarar var. Çavuşoğlu’nun 7 Haziran’da Paris’te Fransa Dışişleri Bakanı Jean-Yves Drian ile görüşmesi ardından 10 Haziran’da TRT yayınında, Fransa ve ABD’nin Türkiye ile Afrika’da -Çavuşoğlu söylemese de doğal olarak Çin ve Rus etkisine karşı- birlikte çalışabileceğine vurgu yapması da hatırlanmalı.
Yine aynı yayında S400 konusunun kapandığını söyleyerek ancak Amerikan yapımı Patriot olmasa da NATO kullanımındaki Fransız-İtalyan ortak yapımı SAMP-T sisteminin alım Türkiye ile ortak üretimi konusuna yeniden kapı açtı. Bu konu üç ülke arasında fizibilitenin tamamlanması aşamasına gelmiş, ancak 2019 Ekim ayında Türkiye’nin Suriye’deki Afrin (Barış Pınarı) harekatı sonrasında Fransa tarafından askıya alınmıştı. Bu konuların Erdoğan-Macron görüşmesinde gündeme gelmesi sürpriz olmaz.
Bir de Afganistan konusu var. ABD yönetimi bu konuyu özellikle Kongre’ye Türkiye’ye duyulan ihtiyaç çerçevesinde gündemde tutuyor. Ancak Türkiye’nin Afganistan konusunda “Kürt Memet nöbete” konumunda kalmaması gerekiyor. Biden yönetiminin, örneğin Türkiye Rusya’dan ile yeni bir S400 alımı yapmazsa Kongre’nin yaptırım ısrarını durdurması için kullanabileceği bir başka konu da Ankara ve Atina’nın yeniden konuşmaya başladığı ve Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs dahil gerilimin yumuşadığı olacak. İşin içine Türkiye’nin Akdeniz ve Karadeniz’de petrol ve gaz arama ve çıkarılmasında Amerikan şirketleriyle işbirliği yapması da girebilir.
Bütün bu hat, yani Libya, (Yunanistan ile işbirliği içinde) Doğu Akdeniz ve Kıbrıs, Suriye, PKK ile mücadele çerçevesinde Irak, Azerbaycan, Afganistan hattı, biraz yukarı çıkarsak Karadeniz ve Ukrayna, NATO kapsama alanının güney ve doğu kanadını çiziyor. Yani Rusya (ve İran) etkisini dengeleme hattını.
Aslında NATO zirvesinde ele alınacak 2030 planının bir parçası da NATO’nun bir “Güney politikası” oluşturması. 2030 Planı Türkiye’den bağımsız hazırlanmadı. Planı oluşturanlar arasında NATO Genel Sekreter Yardımcısı sıfatıyla Türk diplomatı Tacan İldem de vardı. İldem, Fikir Turu sitesinde yazarları arasında olduğu 2030 planının ana hatlarını anlatıyor, merak edenler buraya tıklayarak okuyabilir. Rusya’nın muhtemel tepkisine karşı Türkiye’nin bu hatta üstleneceği aktif rol, Batı ile ilişkileri yeniden tanımlayıp o şekilde içinde yer alma niyetini gösteriyor.
Neye göre yeniden tanımlamak?
Az önce yarım bıraktığımız “karşılıklı çıkar ve saygı” konusuna geliyoruz.
Biden’ın ABD’nin (yükselen Çin ve Çin-Rus ittifakı karşısında) Batıyla rolünü yeniden tanımlama çabasının iki unsuru var. Donald Trump zamanında ABD’nin hasar gören ilişkilerinin onarılması ve kovit-sonrası dünya. Kovit-sonrası dünyanın yeniden şekillenişinde daha fazla yer tutabilmek Erdoğan’ın da hedefi. Ancak Erdoğan “yeniden” derken bir başka kırılma noktası daha var dosyasında ve eğer kovit pandemisi olmasaydı da 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi olacaktı.
Erdoğan da Türkiye’de çoğu kişi gibi bu girişimin ardında Pennsylvania’da yaşayan siyasi İslamcı vaiz Fethullah Gülen üzerinden ABD yönetimi desteğini görüyor. Erdoğan’ın ABD’ye inat Rusya’dan S400 alma kararında dahi bu tepkinin payı bulunuyor. Erdoğan darbe girişiminden sadece 5 hafta sonra Suriye’ye ilk askeri harekatını başlatması hem “yıkılmadım, ayaktayım” anlamına gelen bir gövde gösterisi, hem de artık ABD-NATO sisteminden özerkleşme manifestosuydu. NATO’ya olan asgari sorumluluklar yerine getirilecek ama Türkiye kendi savunma ihtiyaçlarını artık ABD ya da NATO’ya sormayacaktı.
Üç Suriye harekatının, aynı şekilde Libya ve Azerbaycan harekatının yol açtığı (eksen kaymasından Müslüman Kardeşler ve yeni-Osmanlıcılık’a dek) bütün tartışmalara rağmen başarıya ulaştı. Şimdi geri alınan Doğu Akdeniz hamleleri Türkiye’nin dışlanarak Doğu Akdeniz dengesinin kurulamayacağını, Türkiye’nin Karadeniz desteğinin Ukrayna için ne kadar önemli olduğunu gösterdi. Bu sonuçta sadece diplomatik hamleler değil, belki daha çok Silahlı Kuvvetler ile MİT işbirliği rol oynadı. Erdoğan’ın şimdi, “sizin ulusal çıkarınız varsa, bizim de var, siz de bize saygı gösterin” derken bu “özerk” askeri hamlelerin sonuç getirmesinden güç alıyor.
Kalın-Sullivan görüşmesi sonrasındaki “karşılıklı çıkar ve saygı” vurgusu bu anlama geliyor.
O yüzden gerçekçi beklenti Türkiye ve ABD arasındaki en önemli iki sorunda S400 ve Suriye/PKK-YPG konusunda çelişkileri kaşımayacak bir dengeye bulunması, diğer konuların önünün açılması olacaktır.
Tabii işin başka boyutu da var. Erdoğan dış politikada yüksek riskli bu hamleleri yaparken, içeride 2000’lerin başında AB ile uyum çerçevesinde muhalefetteki CHP ile birlikte attığı demokratikleşme adımlarının ciddi bir kısmını geri aldı. Yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı alanında, hak ve özgürlükler alanında, basın, ifade ve örgütlenme özgürlüğü alanlarındaki gerileme ve derin NATO çelişkisine rağmen Rusya yakınlaşma Erdoğan’ın Batıda “otoriter” lider, “Sultan” gibi damgalar yemesine yol açtı.
Erdoğan, askeri hamlelerin uluslararası politikada yeni ve yeniden bir yer tutmasını sağlarken, siyaseten de kendisinin “olduğu gibi” kabul edilmesine yol açmasını umuyor. Bu o kadar kolay olmayacak gibi. Bunu ABD ve AB’nin Türkiye’de demokrasi ve insan hakları meselelerine ilgi sınırlarının şimdiye dek hep askeri ve ticari çıkarlarla çizilmiş olması ikiyüzlülüğüne ve otoriterliğin dünya çapında yükselişine rağmen söylüyorum.
Erdoğan Türkiye’nin, kendi idaresindeki Türkiye’nin batıyla ilişkilerinin yeniden tanımlamasını beklerken Türkiye’de tek adam idaresine dönüşen ve ekonomiyi daha da kırılgan hale getiren yönetim sisteminin ve demokratik hak ve özgürlüklerdeki gerilemenin de sürdürülebilir olmadığını görmeli. Batıyla ilişkileri artık sadece askeri zeminde sürdürmenin mümkün olmadığını da.