Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan geçtiğimiz hafta sembolik önemi kadar fiili önemi de bulunan bir dizi askeri-siyasi adım attı. Kurtuluş Savaşına atfen “Zafer Haftası” olarak bilinen haftayı kendi programına uyarlayarak aslında içeriden çok dışarıya, özellikle ABD, Avrupa Birliği ve Rusya’ya mesaj verdi. Ancak bu programın asıl önemi, Erdoğan’ın Türk Silahlı Kuvvetlerini yeniden yapılandırma siyasetinin parçası olmasıydı. Erdoğan’ın son programlarında söyledikleri Türk ordusunun yeniden yapılandırma planının son aşamasına geldiğini inandığını gösteriyor.
Erdoğan’ın son bir haftaki programına yakından bakmadan önce Türk ordusunu yeniden yapılandırmak için yakın tarihteki dönüm noktalarını hatırlamak gerekiyor. Türk ordusunu reform çalışmalarında en keskin adımları atanlar, Sultan İkinci Mahmut ve Mustafa Kemal Atatürk olmuştu.
Mahmut, 1826’da artık son derece siyasileşmiş bulunan Yeniçeri örgütlenmesine -kanlı bir şekilde- son vererek Asâkir-i Mansureyi Muhammediye, (Hazreti) Muhammed’in Muzaffer Askerleri sistemini getirmişti. Aslında Türk ordusunun Batı tarzı modern askerlik düzenine ilk adım sayılan yeniden yapılandırmaya bu isim medreseleri ve ulema sınıfını yatıştırmak için verilmişti. Ordu yeniden kurulup üzerinde siyasi otorite sağlanmadan devamındaki 1839 Tanzimat ve 1856 toprak reformları mümkün olamazdı; bir rejim değişikliği süreciydi.
Yeniden yapılandırma ve rejim değişikliği
Atatürk ise Mahmut’tan yaklaşık 100 yıl sonra, 1924’te, Cumhuriyetin kurulmasından sonra ilk reform adımlarından birini 1924 Genelkurmay Başkanlığını kurup Bakanlar Kurulu’nun, yani siyasi karar mekanizmasının dışına çıkararak atmıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı kurularak, ordunun yanı sıra ulema da aynı yöntemle siyasi karar mekanizmasından dışlanmıştı. Bu da bir rejim değişikliği meselesiydi. Hilafetin ilgası ardından Cumhuriyet rejiminin eski asker-ulema-üniversite üçgenine dayanmaması gereği açıktı. Atatürk askerlerden üniforma ya da siyaset tercihini yapmalarını işstemişti. Yozlaşma, NATO’ya giriş ardından ABD’nin Türkiye’yi Sovyetler dönemindeki Rusya’ya, “komünizme karşı” sınır karakolu görmesiyle, yani yurt savunmasının yerine ideolojik önceliklerin geçirilmesiyle başladı.
İlginçtir, 27 Mayıs 1960 darbesiyle devrilmesinden yıllar sonra Celal Bayar, 27 Mayıs’ı Atatürk tarafından siyaset dışına çıkarılan askeriye ve (eskinin medresesi yerine) üniversitenin yeniden siyasete dönüşü olarak değerlendirmişti.
Erdoğan’ın Türk ordusunu yeniden yapılandırma çalışmalarındaki tetikleyici unsurun bundan da bir yüz yıl kadar sonra, 2016’daki askeri darbe girişimi olması dikkat çekicidir. Bunu tenkit ya da takdir etmeden önce tespit etmek gerekiyor. Ancak bu son hamlede iç siyasetten çok dış siyasetin, dış etkenin rol oynadığını da söylemek mümkün.
Dış etken derken ABD ve NATO’yu kast ediyorum
Türkiye’nin ABD ile ilişkileri hep iniş çıkışlarla dolu olmuştur. Ama 4 Temmuz 2003’te, TBMM’nin Irak savaşına katılmayı reddetmesi ardından Amerikan askerlerinin Süleymaniye’de Tük askerlerinin kafasına çuval geçirerek tutuklaması bütün Türkiye için olduğu gibi Erdoğan için de sarsıcı oldu. Ama ABD Tezkere’nin reddinden dolayı AK Parti hükümetinden çok NATO müttefiki Türk ordusunu suçluyordu.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde 27 Nisan 2007 e-muhtıra olayı ve ertesi gün hükümetin ilk defa böyle bir çıkışa cevap vermesi bir başka dönüm noktası sayılmalı. Erdoğan’ın Fethullah Gülen örgütlenmesiyle fiili ortaklığı bu dönüm noktasıyla güçlendi, iç içe geçti. Ergenekon ve Balyoz davaları Türk ordusunu Cemaatin etkisine girmiş polis ve yargı yoluyla hizaya getirme operasyonuydu. Buradaki dönüm noktası da Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve üç kuvvet komutanının 2011 Temmuz ayında istifası oldu. Erdoğan bu istifaları doğru okuyamadı.
Erdoğan, Gülen’in hesabının farklı olduğunu 2012’de, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın PKK işbirlikçisi olarak tutuklanması girişimiyle anladı. Erdoğan bunun arkasında ABD’yi gördü. Karşı hamle aynı yıl içinde PKK ile (Oslo sürecinin aksine) Fidan ve İmralı’da hapis durumdaki Abdullah Öcalan üzerinden diyalog başlatılmasıyla atıldı. Diyalog başarılı olsaydı, amaçlardan biri de iç savaşın patladığı Suriye sınırı boyunca Türkiye’ye düşmanlık göstermeyecek bir tampon bölgenin PYD/YPG tarafından kurulması olacaktı. Beşar Esad’ın hapisteki El-Kaidecileri serbest bırakması ardından kurulan IŞİD dengeleri değiştirdi. Erdoğan bu nedenle 17-25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmalarının, Ocak 2014 MİT TIR’ları ve devamında Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun odasının dinlenmesi olayının arkasında Cemaat üzerinden ABD’yi gördü.
Zaten Erdoğan ile Barack Obama arasındaki ipler de 2014 Kobani olayıyla kopmaya başladı.
Cemaatin ordu içinde örgütlenmesi
Erdoğan aynı süreçte Cemaat’in üzerine gitmeye başladı, yasa dışı ilan etti. Washington’un Ankara’dan gelen uyarılara rağmen 2015’te PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’yle IŞİD’e karşı işbirliği yapması üzerine Erdoğan Suriye’ye askeri müdahalede bulunmak istedi. Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, bir defasında hastalık raporu da alarak buna karşı çıktı. Erdoğan’ın bunu gelişmeyi de doğru okuyamadığını söyleyebiliriz ama itiraf etmek gerekirse ben ve benim gibi çoğu yorumcu da doğru okuyamadı: Cemaatin NATO’nun önemli gücü Türk ordusu içinde bu kadar derinlemesine örgütlenmiş olduğu görülemiyordu.
Meraklısı İçin Darbeler Kitabı’nda ayrıntılı incelemeye çalıştığım üzere örgütlenmenin kökleri 12 Eylül 1980 askeri darbesinden hemen sonraya, Turgut Özal dönemine dek uzanıyordu. Bunu ancak 15 Temmuz 2016 askeri darbe girişimi ardından görmeye başladık.
Erdoğan’ın Türk ordusunu yeniden yapılandırmasında ilk adım, örgütlenmenin yapıldığı askeri okulları kapatmak oldu. İkinci adım da Suriye’ye ilk askeri operasyonun darbe girişiminden sadece 5 hafta sonra başlaması. Bu en çok ABD’ye “yıkılmadım, ayaktayım, ordu dediğimi yapıyor” mesajıydı.
Erdoğan, Türkiye’nin 1952’de Demokrat Parti döneminde NATO’ya girişiyle Türk ordusunu NATO çıkarlarına göre yapılan ayarlarını bozma kararını 15 Temmuz ile almıştır denebilir.
Geçtiğimiz haftadaki işaretler
Erdoğan haftaya 25-26 Ağustos’ta Türklerin Anadolu’ya resmen girişi kabul edilen Malazgirt Savaşının 950’inci yıldönümü törenleriyle başladı. Türk askerinin Afganistan’dan tahliye edilmesi kararını Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar ile birlikte buradaki toplantıda verdi. Ayrıca seçim ortağı MHP lideri Devlet Bahçeli ile burada el ele güven tazeledi.
Oradan Bosna-Hersek ve Karadağ seyahatine gitti, Balkanlarda bayrak gösterdi. Türkiye’nin son dönemde Suriye, Libya, Azerbaycan coğrafyalarında artan siyasi varlığı da askeri gücünü “pasif savunma” ayarından, “aktif savunma” ayarına, yakın coğrafyalarda “önleyici” hamlelere kalkışmasına bağlı.
Bu hamlelerde Türkiye’nin kendi ürettiği insansız hava araçları ve cephaneyi kullanmış olmasının payı vardı. Erdoğan dönüşünde 29 Ağustos’ta bir üst sınıf silahlı insansız hava aracı sayılan Akıncı’lardan ilkinin silahlı kuvvetlere teslim törenine katıldı. (Akıncı’yı imal eden Baykar’ın başında -başarısını damadı olmadan önce kanıtlamış- mühendis Selçuk Bayraktar bulunuyor.) 31 Ağustos’ta (15 Temmuz ardından kurulan) Milli Savunma Üniversitesinin Deniz ve Hava mezunları diploma törenindeki konuşmasında “Azerbaycan’da SİHA’larımızla vardık. Libya’da SİHA’larımızla vardık. Bundan sonra da yine kimsenin kapısında dilenci olmayacağız, çünkü bütün bunların hepsi bizde var” dedi. Kast ettiği yıllarca bu silahları Türkiye’ye vermeyen ABD idi.
Yeniden yapılandırmanın özeti
Ondan önce, 30 Ağustos Zafer Bayramı’nda Ay Yıldız Yerleşkesinin temel atma töreninde konuştu. Genelkurmay ve kuvvet komutanlıkları Ankara’da Kızılay’da TBMM’nin yanı başından alınarak Etimesgut’ta kurulmakta olan Millî Savunma Bakanlığı karargâhına toplanıyor. Bu yerleşke, Genelkurmay Başkanlığının doğrudan Cumhurbaşkanına bağlanarak kuvvet komutanlarının MSB’ne bağlanması şeklindeki yeniden yapılanmanın vücut bulmuş halidir. Aslında ABD sistemine uyumludur. Geçiş ise Hulusi Akar’ın Genelkurmay Başkanlığından Savunma Bakanlığına yatay geçişi ve Yaşar Güler’in protokol Genelkurmay Başkanı olmasıyla sağlanmıştır.
Aynı gün yapılan 30 Ağustos kabul töreni protokolünde Diyanet İşleri Ali Erbaş’ın (hatta bazı bakanlardan da) öne alınıp Orgeneral Güler’in arka sıralara çekilmesini de bu dönemin simgesi sayabiliriz. Keza aynı gün yapılan Kara Harp Okulu mezuniyet töreninde ilk defa başörtülü bir teğmenin, Müberra Öztürk’ün diplomasını Güler’in vermesini de. Erdoğan “Nereden, nereye?” diye sormakta haklı.
Erdoğan buradaki konuşmasında yaptıklarının 15 Temmuz sonrasında, belki sayesinde mümkün olduğunu şu cümlede özetliyordu sanki: “Türkiye’nin son dönemde yaşadığı her hadise gibi 15 Temmuz darbe girişimi de ülkemiz ve milletimiz için pek çok hayırlı gelişmenin kapısını aralamıştır.” Buna bütün yürütme yetkilerini Meclis ve yargı aleyhine elinde toplaması dahildir: siyasi rejim olmasa da idari rejim değişmiştir.
Erdoğan’ın Türk ordusunu yeniden yapılandırmasının özeti, orduyu, Diyaneti ve üniversiteyi siyasete tabi olmanın ötesinde siyasetin bir parçası haline getirmektir. Ama karar mekanizmaları diyemiyoruz, çünkü Bahçeli sayesinde kurduğu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminde tek siyasi karar makamı artık kendisidir.
Yeniden yapılandırmanın özeti, Türk ordusunu hem de ABD modeliyle NATO’dan özerk hale getirip doğrudan kendisine bağlı biçimde siyasetin içine almak ve konsept olarak “pasif savunma” modundan “aktif savunma” moduna getirmektir.
Hem Türkiye hem de bölgesi için sonuçları olması kaçınılmazdır.