Barışın kaderi çoğu zaman masadaki teknik maddelerle, güç dengeleriyle ve takvimlerle açıklanır. Oysa eksik olan asıl unsur başka yerde, toplumların iç sesinde. Barış vicdanı dediğim ortak zemin; adalet, onur, hafıza ve eşit yurttaşlık talebinin buluştuğu yerdir. Bu zemin olmadan atılan her imza boşlukta kalır. Barış vicdanı ile siyaset arasındaki mesafe açıldığında en parlak formüller bile
Papa Leo XIV Ankara’ya inip “Türkiye adil ve kalıcı barış için istikrar ve yakınlaşmanın kaynağı olsun” çağrısı yaparken, Beştepe’deki konuşmasında Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında tarihsel köprü rolünü, diyaloğa ve sabra ihtiyaç duyan bir dünya tasavvurunu öne çıkardı. Ziyaretin İstanbul ayağında Ortodoks ve Müslüman temsilcilerle buluşacak olması, İznik Konsili’nin 1700. yılı vesilesiyle dinlerarası diyalogun altının
Türkiye’de barış konuşuldukça tansiyon da yükseliyor. TBMM’de “Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu”nun İmralı’ya bir ziyaret yapıp yapmaması etrafında dönen tartışma, esasen bir teknik takvim meselesi değil; ülkenin nasıl bir barış tahayyül ettiğine dair etik ve stratejik bir tercih. Bu yazı, bir barış eğitimi profesörü olarak, “Öcalan’la görüşülmeli mi?” sorusunu duyguları hafife almadan, ama yalnız
“Terörsüz Türkiye” süreci kusursuz değil. Şeffaflık, katılım, aktörlerin güvenilirliği ve barış için içtenlikleri hakkında tanıdık sorular var. Yine de bütün bu eksiklere rağmen kritik bir eşiği geçti: barışı yeniden konuşulur kıldı. Yıllardır ilk kez “barış” kelimesi Meclis’te telaffuz edilebiliyor, televizyonlarda tartışılabiliyor ve farklı siyasi çizgilerde otomatik damgalanmaya uğramadan ele alınabiliyor. Hatta geçmişte barışı yuhalatanlar bugün
Uzun yıllar şiddet ve çatışma yaşamış toplumların önündeki en çetin sınavlardan biri, barış sürecine güvenebilmek. Bu güvensizliğin başlıca nedenlerinden biri, siyasetçilerin yıllar boyunca toplumu kendi kısa vadeli çıkarları için kutuplaştırıcı dil, sembol ve stratejilerle bölmüş olmaları. Seçimi kazandıracak her şeyin mubah sayıldığı bu siyaset tarzı, yalnızca “öteki”ne değil, bizzat barış fikrine de güvensizlik üretiyor. Meclis’in
Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu’nun bir üst düzey haftası daha geride kaldı. Eylül ayının üçüncü haftasında New York’ta geleneksel olarak cereyan eden diplomasi trafiğini yaşayanlar bilir: Devlet ve/veya Hükümet Başkanlarının uluslararası ve bölgesel konularda verdikleri temel mesajlar, Genel Kurul marjında düzenlenen çok taraflı ya da ikili toplantılar, yan etkinlikler, liderlerin basın toplantıları, düşünce kuruluşları ya
Türkiye, kırk yılı aşkın süredir süregelen çatışma döngüsünü sona erdirecek bir barış sürecinin eşiğinde defalarca durdu. Silahların sustuğu anlar, toplumun geleceğe umutla baktığı anlar oldu. Ancak dünya deneyimleri kadar Türkiye’nin kendi tecrübeleri de gösteriyor ki, bir çatışmanın bitmesi tek başına demokrasiyi getirmiyor; hatta demokratikleşme olmadan elde edilen barış, yapılsa bile yaşamıyor. Barış ile demokratikleşme birbirinden
Barış, silahların susmasıyla başlar ama orada sona ermez. Gerçek barış, zihinlerdeki hendekleri ve kalplerdeki mayınları da temizlemeyi gerektirir. Bir zamanlar dağların sessizliğini değil, çatışmaların yankısını dinlerdik. Güneş, doğunun dağ köylerine ağıtlarla doğar; batının büyük şehirlerinde ise güvenlik bariyerlerinin gölgesine batardı. Türkiye, yaklaşık yarım asırdır süren bu kanlı döngüde yalnızca insan hayatlarını değil; potansiyelini, toplumsal enerjisini
Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) lideri Devlet Bahçeli, 22 Ekim’de partisinin meclisteki grup toplantısında yaptığı konuşmada yeniden PKK lideri Abdullah Öcalan ile ilgili açıklamalarda bulundu, Öcalan’ın tecridinin kaldırılarak Meclis’te konuşma yapmasını önerdi. Bir önceki grup toplantısında Öcalan’a seslenerek örgütü lağvetme çağrısı yapan Bahçeli bu kez “umut hakkını” gündeme getirerek, Öcalan’ın “tecritinin kaldırılması” ve “TBMM’de DEM Parti
2008 Nobel Edebiyat Ödülüne sahip J.M.G. Le Clézio, otobiyografik bir deneme olan “Göçmen Kimliği” başlıklı son kitabında, İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçen çocukluk yıllarının etkisini halen üzerinde taşıdığını anlatır. Esasen eserlerinin çoğunda değişik savaşların yıkıcılığının, bu savaşların insanlar üzerinde yarattığı travmaların izlerini görürüz. Le Clézio şöyle der: “(…) savaş herhalde bir övünme anı değildir,
- 1
- 2








