
İmamoğlu: Diploma soruşturması cumhurbaşkanlığı adaylığımı açıkladıktan sonra başlatıldı. Buna karışanlar yargılanacak.
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Silivri Cezaevinde kurulu mahkeme salonunda yapılan diploma iptali davası duruşmasında, diploma soruşturulmasının, CHP’nin cumhurbaşkanı adaylığını açıklamasından sonra “siyasi bir davaya” dönüştürüldüğünü söyleyerek, hâkime “Bugün buraya suçlamaya geldim” dedi.
Mahkeme, davayı İmamoğlu’nun İdare Mahkemesinde açtığı yürütmeyi durdurma davasının sonucunu beklemek üzere 16 Şubat’a erteledi. İmamoğlu bunun üzerine “Yargıçlığınız beş para etmez!” ve ardından “Askerliğimi da hatta doğum belgemi de iptal edin!” tepkilerini gösterdi. (*)
Diploma Suçlaması “Kumpas”
İstanbul Üniversitesinin 1990 yılında KKTC’deki Girne Amerikan Üniversitesinden İstanbul Üniversitesine kayıt naklinde usulsüzlük yaptığı gerekçesiyle diplomasının iptali sonrası “resmî belgede sahtecilik” iddiasıyla yargılanan İmamoğlu duruşmada karar açıklanmadan önce şunları söyledi:
• “Bugün buraya suçlamaya geldim. Bu adaletsizliğe imza atan kişilerin bu salonlarda, adil yargı altında çatır çatır hesap vereceğinin altını çiziyorum. (…) Hukuk, iktidarın istediği şekilde işletiliyor. Adımın geçtiği tüm davalarda mahkeme heyeti değişti. Bunu sizi korumak için söylüyorum hâkim bey.
• “Bu dava Ekrem İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenme davasıdır. (…) Bütün evraklarımın, bütün işlemlerimin, sunduğum tüm belgelerin sahte olmadığını ispat edersem, siz bu baskı altında bağımsız bir karar verebilecek misiniz? (…) Hâkim değiştirilerek, savcı terfi ettirilerek adalet gelmez.”
• “Türkiye’nin bütün hukukçularına sorsanız diplomam anamın ak sütü kadar helaldir. Hiçbir sahtecilik yapmadım. 19 yaşındaki Ekrem’i yargılamaya kalkan bu suçlamaları kabul etmiyorum. Buna girişenlere karşı hakkımı sonuna kadar arayacağımı da buradan ilan ediyorum.”
Değişen Hâkimler
İmamoğlu’nun İşletme diploması İstanbul Üniversitesi Rektörü Bülent Zülfikar’ın topladığı Yönetim Kurulu kararıyla, 18 Mart 2025’te iptal edilmiş, 19 Mart sabahı da İmamoğlu ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) çalışanları gözaltına alınmaya başlamıştı.
CHP lideri Özgür Özel, 19 Mart akşamından başlayarak bugüne dek haftada iki kez yapılan protesto mitinglerine başlamıştı. İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İmamoğlu, İBB çalışanları be ilçe belediye başkanlarıyla, İBB ile iş yapan işadamları aleyhine, 11 Kasım’da “çıkar amaçlı suç örgütü” iddianamesini mahkemeye sunmuş, CHP’ye kapatma davası ihbarında bulunmuştu.
Davanın hâkimi Ali Doğan, bir önceki izleyenlerin İmamoğlu’nu alkışlamasını ve fotoğraf alınmasını engel olmaması ardından Kahramanmaraş’a atanmış yerine İstanbul 11.’inci Ceza Mahkemesi hâkimi Sinan Erdemli atanmıştı.
Anayasa’nın 101’inci maddesi, kırk yaşını doldurmuş, yükseköğrenim yapmış, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip Türk vatandaşlarının cumhurbaşkanı adayı olabileceğini söylüyor.
(*) 08 Aralık 2025, 18.52’de güncellenmiştir.

Dışişleri Bakanı Fidan Doha Forumunda: SDG anlaşmaya uyma niyetinde değil, aksina eşmaya çalışıyor. (Foto: X/DışişleriBakanlığı)
Suriye’de yeni rejim 8 Aralık’ta ilk yılını doldurmuşken Ankara’dan hem SDG üzerinden PKK’ya hem de SDG’nin hâmisi ABD’ye iki mesaj, bu gidişle havanın dönebileceğine işaret eden, uyarı niteliğinde üç mesaj var.
1- Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Doha Forumu sırasında söyledikleri,
2- Genelkurmay Başkanı Selçuk Bayraktaroğlu’nun Şam temasları,
3- Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Mehmet Uçum’un yaktığı sarı ışık.
Fidan: SDG Yan Çiziyor
Önce Forumdaki konuşmasında söyledikleri:
– “Suriye hükümeti ve SDG kendi aralarında bir anlaşma yapabilirler. (…) Ancak PKK söz konusu olduğunda SDG içerisinde bazı unsurların bulunduğunu biliyoruz ve tek hedeflerinin Türkiye’ye karşı mücadele yürütmek olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla Suriyeli olmayan unsurların SDG’den çıkarılmasını istiyoruz. Irak’tan, İran’dan, Türkiye’den katılan unsurların derhal ayrılmasını istiyoruz. Bu güzel bir başlangıç olur.”
Fidan bu konuşmadan bir süre sonra İngiliz Reuters haber ajansına da şunları söyledi:
– “SDG’den gelen sinyallerin anlaşmaya uyma niyetinde olmadıklarını, aksine bunu aşmaya çalıştıklarını gösteriyor. (…) Hiçbir ülkede iki ordu olamaz. Yalnızca bir ordu, tek bir komuta yapısı olabilir. Ancak yerel yönetimlerde farklı bir uzlaşıya veya farklı anlayışlara varabilirler.”
Ankara’nın “SDG Polisini” Kabulü mü?
Dışişleri Bakanının söyledikleri, aslında TBMM heyetinin 24 Kasım’da İmralı Cezaevinde PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmesi üzerine hem DEM Partili Gülistan Kılıç Koçyiğit hem de TBMM’ye sunulan tartışmalı özet tutanakla uyumlu. Yani SDG’nin silahlı güçleri, komuta ve bölge ayrıcalığı olmadan Suriye ordusu ile bütünleşsin; Öcalan’ın “Savunma Bakanlığı” dediği budur. Ama “adı federasyon olmayan federasyon” yapısındaki yerel yönetimi bünyesinde “polis gücünü” üstlensin; “İçişleri bakanlığı” dediği de budur.
Fidan’ın buna eklediği Ankara kulislerinde bir süredir konuşulan, madem SDG Suriyeli, Suriyeli olmayanlar sınır dışı edilsin formülüdür. Bunun bir süredir PKK’lılarla da konuşulduğunu varsaymak mümkün ama diğer yandan PKK’nın Irak’taki karargahını, Suriye’ye taşımaya başlaması bu durumla çelişiyor.
Genelkurmay Başkanı Suriye’de
Fidan’ın bu konuşmasından bir gün önce Genelkurmay Başkanı Orgeneral Selçuk Bayraktaroğlu ve Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Levent Ergün, Suriye’deydi. Cumhurbaşkanı Ahmed Şara ile görüştüler, Suriye Savunma Bakanı ve Genelkurmay Başkanı ile Ortak Harekât Merkezinde incelemelerde bulundular.
Bu ziyareti, Ankara’nın vücut diliyle verdiği ikinci mesaj sayabiliriz.

Türk askeri heyeti 5 Aralık’ta Şam’da Cumhurbaşkanı Şara ve komutanlarıyla görüşürken. (Foto: X/TSK)
Türkiye’nin 2016-2019 arasında Suriye’ye kapsamlı askerî operasyonlar yütüttü. O zaman Beşar Esad rejimi vardı, şimdi Türkiye’nin yaşamasını ama Türkiye’nin güvenliğine tehdit oluşturmadan, güçlenerek yaşamasını istediği Şara rejimi var.
O zaman Rusya ve İran etkenleri vardı. Şimdi onlar yok ama İsrail etkeni var. Şara rejimine en büyük tehdit İsrail’den geliyor ve İsrail ise zaten ABD korumasındaki gücünü koruyup hem Şam hem Ankara’ya tehdit oluşturmasını istiyor.
Bunlar, Türkiye’nin SDG (dolayısıyla PKK) Terörsüz Türkiye sürecini bozsa dahi Suriye’de yeni bir harekât düzenlemesini zorlaştıran etkenler diye görülüyor. Öte yandan Suriye’nin Türkiye’den resmen yardım isteyebileceği seçeneği göz ardı ediliyor.
Fidan, ertesi gün Doha’da konuşurken Bayraktaroğlu’nun Şam ziyaretinden haberdardı.
O Sırada İstanbul’da
Fidan’ın Doha Forumunda konuştuğu sıralarda SDG’nın Dış İlişkilerinden sorumlu İlham Ahmed, DEM Parti’nin düzenlediği Uluslararası Barış ve Demokratik Toplum Konferansına çevrimiçi hitap ediyordu.
İlham Ahmed’in adeta bizim yaşadığımızdan farklı bir dünyadan sesleniyordu.
– “Türkiye’deki barış sürecinin nihayete ermesini istiyor ve diliyoruz. Halen savaş çatışma diyenlerin seslerin kısılması lazım.
– “Türkiye’nin Şam hükümetiyle görüşmesi var, bizimle bir kanalı var. (…) Biz Türkiye’yle diyalog içinde olmak istiyoruz. Sınırlarımız açılsın.
– “Ortadoğu yeniden dizayn ediliyor. Türkiye, Suriye ile barışa ulaşırsa buradan daha iyi bir şekilde çıkacaktır.”
Yani SDG temsilcisine göre;
Terörsüz Türkiye sürecinin Suriye ile bir ilgisi yoktur. Öcalan’ın 27 Şubat’taki silah bırakma ve fesih sözleri SDG’yi bağlamaz.
Adeta sorun Türkiye ile Suriye’nin barışmasıdır, SDG ile ilgisi yoktur, Türkiye’nin SDG ile ayrıca konuşmalıdır.
Beştepe: “Terör Yoluyla Ulaşamadınız”
Hangisi doğru? Öcalan’ın “Onlar beni dinlerler” demesi mi, SDG’nin “Bizi bağlamaz” demesi mi? Yoksa ikisi de aynı şeyleri söylüyor ama Ankara duymazdan gelip halka Terörsüz Türkiye sürecinin Suriye’yi de kapsayacağını söylerken ABD baskısıyla Suriye gerçeğinde uzlaşma arayışına mı girmiş durumda.
İşte bu noktada, DEM’in İstanbul Konferansından bir gün sonra, 7 Aralık’ta üçüncü uyarı diyebileceğimiz mesaj, Cumhurbaşkanının Hukuk Başdanışmanı Mehmet Uçum’dan geldi:
“Hiç kimse terör yoluyla ulaşamadığı ve asla ulaşamayacağı imkansız hedeflere hukuk ve demokrasi yoluyla erişeceği vehmine kapılmasın.
“Geçiş sürecinde silah bırakma ve fesih sürecini tamamlamakla yükümlü kişilerin, kendi içlerinden çıkan veya dışarıdan olan sabotajcılara, imkansız taleplerle, tahrik edici ve yıkıcı dillerle Terörsüz Türkiye sürecini bozmaya çalışanlara asla prim vermemesi gerekir.
“Sabotajları önlemek, yapanları tasfiye etmek ve yapılacakları engellemek için yoğun bir gayret gösterilmesi gerektiği aşikardır.
Bu mesajların doğrudan PKK yönetimine verildiği, işin ucunun DEM’e de değdiği aşikâr.
Mazlum Abdi, İsrail Medyasında
Ankara’nın “süreci bozmayın” uyarılarına karşı SDG Ankara’nın üstüne üstüne gitmeyi sürdürüyor.
İsrail’in sağ kanat Jerusalem Post gazetesine konuşan SDG lideri Mazlum Abdi (Ferhat Abdi Şahin), ne Şam ne Ankara’dan böyle bir açıklama henüz olmamasına rağmen, Şara yönetimiyle SDG’nin 3 tümen ve 2 özel taburu elinde tutması üzerinde anlaştıklarını söylemiş. Abdi, SDG’nin 70 bini asker, 30 bini polis olmak üzere 100 bin silahlı gücü bulunduğunu öne sürerek (ki Türk kaynakları bu rakamı abartılı buluyor) Şara hükümetine ortak olmak istemiş.
Jerusalem Post’un “SDG’nin Kürt Şefi Suriye’de İsrail Desteğine Açık” başlığıyla verdiği haberde Abdi, Suriye’de istikrar sağlanması için ABD askerlerinin ülkede kalması gerektiğini de söylemiş.
Ankara Kritik Dönemeçte
Ankara, sürecin SDG üzerinden ABD yönetiminde “Savaş ağası” gibi davranan Merkezi Komutanlık (CENTCOM) ve İsrail etkisiyle sulandırılmak istendiğini görüyor.
Süreç MİT Başkanı İbrahim Kalın koordinasyonunda yürütülüyor. Öcalan’ın PKK ile haberleşmesi (DEM Parti heyetiyle, avukat ve aile üyeleriyle görüşmeleri dahil) Türk istihbaratı gözetiminde. Yoksa 26 yıldır cezaevindeki Öcalan’ın, ustası olduğu çifte anlamlı konuşmalarıyla örgütüne farklı seslenip MİT’i atlatmaya çalıştığını mı düşünmeliyiz?
Ancak Ankara’da, özellikle 24 Kasım görüşmesinden sonra, PKK’dan yükselen üst perdeden itirazlar, Barzani’nin “Cizre provokasyonu” ve SDG sözcüsünün İstanbul konferansı mesajları gibi gelişmeler, bu kritik dönemeçte havanın dönebileceği işaretleri de veriyor.
Ankara’da 2009 Oslo görüşmeleri, 2012-2015 diyalog sürecinden sonra Terörsüz Türkiye sürecinin de başarısız olması halinde bir dördüncüsünün olmayacağı görüşü konuşulmaya başlandı.
Bunu herkesin ciddiye almasında yarar var.

Ahmed el Şara, Suriye’de iktidarı ele geçirmesinden 9 ay sonra Birleşmiş Milletler kürsüsünde, ülkesinin uluslararası topluma geri dönüş konuşmasını yaparken. Suriye, 13 yıl süren iç savaş ardından Türkiye’nin destek, İsrail’in köstek çabalarıyla toparlanmaya çalışıyor.
Suriye’de 2011 yılında başlayan iç savaş, geride tahminen 650 bin ölü ve harap olmuş bir ülke bırakarak 2024 sonunda Beşar Esad’ın Baas rejiminin devrilmesiyle sonuçlandı. Suriye iç savaşı DEAŞ (IŞİD) gibi yeni nesil, acımasız bir cihatçı terör örgütünün kuruluşuna sahne oldu. Türkiye bu iç savaştan artan PKK ve DEAŞ kaynaklı terör eylemlerinin yanı sıra, milyonlarda Suriyeli sığınmacı akınına da hedef oldu. PKK’nın Suriye kolu PYD/YPG’ye ABD askeriyesi tarafından DEAŞ işe mücadele gerekçesiyle kurdurulan SDG bugün hâlâ Türkiye’nin başını ağrıtıyor. Suriye bir yıldır Ahmed el-Şara yönetiminde, Türkiye’nin destek, İsrail’in köstek çalışmaları altında toparlanmaya çalışıyor.
İşte Suriye’de yeni rejimin ilk yılında tanık olduğumuz bazı kilometre taşları.
Esad gitti, Şara geldi
• 8 Aralık 2024: HTŞ öncülüğündeki isyancılar Şam’ı ele geçirerek BAAS rejimini devirdi; Muhammed el Golani örgüt adıyla tanınan Ahmed el-Şara yönetimi ele geçirdi. Devrik Cumhurbaşkanı Beşar Esad, en büyük destekçisi olan Rusya’ya kaçtı. Geçici hükümet kuruldu. İsrail, işgali altındaki Golan Tepeleri çevresinde tampon bölge oluşturmak için Suriye topraklarına girdi, hava saldırıları başlattı.
12 Aralık 2024: MİT Başkanı İbrahim Kalın, Şam’a giderek Golani ile görüştü. Yeni yönetime ilk dış ziyaret bu oldu. 14 Aralık’ta Türkiye’nin 2012’de kapatılan Şam Büyükelçiliği yeniden açıldı. 22 Aralık’ta da Dışişleri Bakanı Hakan Fidan Şam’a gitti. Bu ziyaretler Türkiye’nin Suriye’deki rejim değişikliği üzerindeki etkisine örnek gösterildi.
• 29 Ocak 2025: Suriye Devrimi Zafer Konferansı’nda Ahmed el-Şara geçiş dönemi başkanı olarak resmen atandı; HTŞ’nin dağıtıldığı ilan edildi.
• 4 Şubat 2025: İlk ziyaretini Suudi Arabistan’a yapan Şara, ikinci ziyaretini Ankara’ya yaparak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile görüştü. Güvenlik, ticaret ve Suriyeli sığınmacıların dönüşü görüşüldü, sığınmacıların geri dönüşü başladı.
Kürtler, Aleviler, Dürziler
• 6 Mart 2025: Hükümeti destekleyen cihatçı güçlerin Lazkiye ve Tartus’ta Alevi mahallelerine saldırmasıyla, Beşar Esad rejimi yanlısı Alevi milisler arasında çatışmalar başladı. Hükümet kuvvetlerince bastırılan çatışmalarda yaklaşık 800 kişinin öldürüldüğü bildirildi.
• 10 Mart 2025: Geçici Cumhurbaşkanı Şara ile SDG lideri Mazlum Abdi (Ferhat Abdi Şahin) arasında, SDG kontrolündeki kuzeydoğu Suriye’deki stratejik tesisler ile silahlı güçlerin Şam kontrolüne devredilmesi anlaşması imzalandı.
• 13 Mart 2025: Geçici Anayasa Deklarasyonu yayımlandı; 5 yıllık geçiş dönemi için başkanlık sistemi kuruldu. Şara, güneyde, İsrail sınırında Süveyda’da ayaklanan Dürzi temsilcileriyle anlaşma imzaladı.
• 29 Mart 2025: Yeni geçiş hükümeti ilan edildi; Alevi, Dürzi, Hristiyan, Kürt azınlıklardan da birer üyeye (sembolik olarak, kilit işlevi olmadan) yer veren kabine oluşturuldu.
• 14 Mayıs 2025: Şara, ABD Başkanı Donald Trump ile, Suudi Arabistan Veliaht Prensi Muhammed bin Selman’ın ev sahipliğinde Riyad’da görüştü. Görüşmeye telekonferansla Cumhurbaşkanı Erdoğan da katıldı. Bunun sonucunda HTŞ ABD’nin terör örgütleri listesinden çıkarıldı, ABD yaptırımları kısmen kaldırdı.
İsrail Sabote Ediyor
• 21 Mayıs 2025: Trump, birkaç gün önce Ankara Büyükelçisi olarak atadığı Tom Barrack’ı, aynı zamanda Suriye Özel Temsilciliğine getirdi. Böylece ABD’nin Suriye’deki gelişmeleri Türkiye ve bölgesel çerçevede gördüğü belirginleşti.
• 29 Mayıs 2025: Barrack’ın ilk icraatı, Suriye’de 7 milyar dolarlık enerji ve altyapı anlaşmaları oldu. ABD, Türkiye, Katar ortaklığındaki konsorsiyumda Türkiye’den Cengiz ve Kalyon şirketleri katılıyor.
• 13 Haziran 2025: İsrail, İran’a saldırdı. 11 gün süren ve bir ölçüde Suriye hava sahasında cereyan eden karşılıklı saldırılarda İsrail, Suriye’nin kalan savunma tesislerini de vurmayı sürdürdü.
• 13 Temmuz 2025: Yeniden alevlenen Dürzi ayaklanması, İsrail desteğinde alevlendi. Hükümet güçleri Dürzi-Bedevi çatışması olarak başlayan ayaklanmaya müdahale etti. İsrail, Dürzilere desteğini göstermek için Şam’da Savunma Bakanlığını vurdu, SDG’yi cesaretlendirmeye başladı.
Türkiye-Suriye-ABD
• 23 Eylül 2025: Şara BM Genel Kurulunda konuşan ilk Suriye lideri oldu. Bu gelişme uzunca bir süredir uluslararası toplumdan yalıtışmış durumdaki Suriye’nin geri dönüşü olarak kabul edildi.
• 15 Ekim 2025: Şara, Moskova’da Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin ile görüştü. Rusya’nın Suriye’deki askeri üslerini korumasının da konuşulduğu bildirildi.
• 10 Kasım 2025: Şara, Beyaz Saray’da Trump ile görüştü. Trump görüşmenin bir kısmına Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ı da davet etti. 25 Eylül’de Beyaz Saray’daki Trump-Erdoğan görüşmesi ardından ABD, Suriye işlerinde Türkiye’yi hesaba katma niyetini böylece vurguladı.
• 6 Aralık 2025: Doha Forumunda konuşan Şara, iktidarı aldıkları Aralık 2024’ten bu yana İsrail’in Suriye’ye 1000’den fazla hava ve 400 kadar kara saldırısında bulunduğunu açıkladı. BM İsrail saldırılarını “Egemenlik ihlali” olarak kınadı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, BM Genel Kuruluna İsrail tarafından işgal edilen Filisitin topraklarının yıllar içindeki seyrini gösterirken. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ise Türkiye karşıtı siyasetini tırmandırıyor. Buna rağmen iki ülkenin kalıcı kopuşu mümkün görünmüyor. (Grafik: T24)
Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkiler belki de modern tarihin en sert dönemlerinden birinden geçiyor. Gazze’deki insani felaket, İsrail’in Suriye’de giderek sertleşen askeri stratejisi, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’la kurduğu Türkiye karşıtı blok, ABD’deki bazı Yahudi lobi gruplarının Ankara’ya yönelik artan baskıları…Bunların üzerine Türkiye’nin Hamas’ı “ulusal direniş” olarak konumlandırması, 9 milyar dolarlık ticaretin kısıtlanması ve zaman zaman İran’la örtüşen söylemleri eklenince, ilişkilerin siyasi olarak neredeyse donma noktasına geldiğini görüyoruz.
Realpolitik ve Normalleşme
Fakat tüm bunlara rağmen şu temel gerçek değişmiş değil: Türkiye ve İsrail birbirini tanıyan, bilen ve kaçınılmaz biçimde birbiri ile teması koparamayan iki ülke. Türkiye, İsrail’i tanıyan ilk Müslüman çoğunluklu ülkeydi. On yıllar boyunca savunma, istihbarat, teknoloji, tarım ve bölgesel kriz yönetimi alanlarında benzersiz bir işbirliği geliştirildi. İspanya Engizisyonu’ndan ve Nazi zulmünden kaçan Yahudilere Türkiye’de açılan kapılar, bu ilişkinin hafızasında önemli bir yer tutuyor. En sert kriz anlarında bile, bu ilişki mimarisi hiçbir zaman tamamen çökmedi. Savunma, istihbarat ve ticaret ilişkileri nadiren kesintiye uğradı.
Elbette ki devletler arası ilişkiler sadece stratejik menfaatler üzerinden yürümüyor. Liderlerin kimyası, kişisel bakışları ve zaman zaman duygusal refleksleri de denklemi etkiliyor. Erdoğan–Netanyahu hattındaki şahsi husumet bugün ilişkilerin sertleşmesinde önemli bir faktörlerden birisi. Ama buna rağmen daha derinde değişmeyen bir gerçek var: Türkiye–İsrail ilişkileri, kişilerin ötesinde realpolitik yapısal derinliğe sahip.
Realpolitik’in kuralı basit: Kopan bağlar, stratejik çıkarlar gerektirdiğinde yeniden örülür, yaralar sarılır. Tüm olumsuz konjonktüre rağmen bugün de aynı doğrultuda ilerliyoruz çünkü bölgenin en güçlü ve dirençli iki ülkesi ya çatışacak ya beraber çalışacak. Asıl soru artık “normalleşme olur mu?” değil; Ankara ve Tel Aviv bu kaçınılmaz normalleşme için temeli bugünden atabiliyor mu?
Gölge Diplomasi Kanalları
Resmî kanallar çalışmaz hale geldiğinde, diplomasinin gerçek damarları başka yerlere akar.
Bugün bu damarlar; eski istihbarat yöneticileri, deneyimli diplomatlar, iş dünyasının güvenilir isimleri, düşünce kuruluşları, diaspora temsilcileri gibi aktörlerin kurduğu sessiz ağlarda yaşıyor. Bu ağ resmî bir komite ya da görev gücü değil, adı sanı olmayan ama etkisi yüksek bir “arka kanal masası”dır.
Üç kritik işlev görür:
- Zehirli dil yükselmeden tansiyonu düşürmek: Kriz dönemlerinde tek bir kelime, tek bir cümle büyük kırılmalar yaratabilir. Sessiz bir aracı, iki tarafın tonunu yeniden ayarlayabilir.
- Siyasetten bağımsız işbirliği alanları açmak: Yeşil enerji, su yönetimi, yapay zekâ, tarım teknolojisi, sağlık, siber güvenlik… Bu alanlarda ortak çalışma hem mümkün hem düşük riskli.
- Üçüncü ülkeleri tampon bölge olarak kullanmak: BakÜ, Londra, Washington, Dubai… Doğrudan temasın maliyet ürettiği dönemlerde bu merkezler ideal arka kapı diplomasisi alanlarıdır. Resmî sessizlik, iletişimin bittiği anlamına gelmez; sadece iletişim biçimi değişir.
Bölgesel Zorunluluklar
Bölgesel görünüm, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkinin kalıcı olarak kopamayacağını gösteriyor:
• İran’la keskinleşen jeopolitik tablo
• Rusya–Ukrayna savaşının yeni cepheler açması
• ABD’nin stratejik odağının kayması ve İbrahim anlaşmaları
• Doğu Akdeniz’de enerji rekabetinin sertleşmesi
• Türkiye–Yunanistan hattındaki kırılganlık
• Suriye’de hızla değişen denklemler
Bu kadar iç içe geçmiş risk varken, Türkiye ile İsrail’in uzun süreli bir ayrılığı ne ekonomik ne stratejik ne de bölgesel olarak mümkündür. Washington’ın iki başkent üzerinde artan baskısı da bunu pekiştiriyor.
Sessiz Normalleşme İçin Somut Adımlar
- Küçük, güvenilir bir arka kanal çekirdek ekip oluşturulmalı.
- Enerji, su, tarım, savunma, teknoloji, yapay zekâ ve sağlık alanlarında tematik çalışma grupları kurulmalı.
- Üçüncü ülkelerde düşük profilli, düzenli buluşmalar yapılmalı.
- Medyada tırmanmayı önleyecek ortak dil protokolü hazırlanmalı.
- İlişki 25 yıllık bir vizyonla yeniden çerçevelenmeli; kısa döngülerle değil uzun vadeyle tasarlanmalı.
Bunlar romantik öneriler değil; iki ülkenin çıkarlarının gerektirdiği rasyonel, uygulanabilir adımlar.
Görünmez Köprüler
Bazı ilişkiler gürültüyle kopmaz; zamanla sessizliğe çekilir, bekler, olgunlaşır. Sonra bir gün uygun rüzgâr çıktığında yeniden filizlenir. Türkiye–İsrail ilişkisi tam da böyle bir ilişki: Bağlantısı kopmayan, sadece yorulan; gücünü kaybetmeyen, sadece saklayan. Bugün bize düşen, yüksek perdeden konuşmak değil, iki ülkenin bir gün yeniden oturacağı masanın ayağını sağlamlaştırmak.
O köprü hazır olduğunda, realpolitik zaten üzerinden yürür. Çünkü bazı ilişkiler yeniden başlamak için gürültüye değil,
doğru anda atılan küçük ama kararlı bir adıma ihtiyaç duyar. O an yaklaşıyor. Hazırlığını yapan kazanacak.

Öncü kadın hakları savunucusu gazeteci, yazar Nezihe Muhiddin ve 1935 seçimlerinde Meclis’e giren 17 kadından Kazan köyü muhtarı Hatı Çırpan (Satı Kadın) Foto: Atatürk Ansiklopedisi
Türkiye, 5 Aralık 1934’te kadınların verdiği mücadelenin sonucunda kadınlara seçme ve seçilme hakkını tanıdı. Fransa’dan 11, İtalya’dan 12, İsviçre’den 36 yıl önce.Bu sadece hukuki bir düzenleme değildi. Cumhuriyet’in kadınları özne olarak gören eşitlik anlayışının ilanıydı. Atatürk’ün, kadınların bu ülkenin yalnızca yurttaşı değil, kurucu gücü olduğunu ortaya koyan devrimci bir adımdı.
Bugün o karara bakınca hâlâ gurur duyuyoruz. Ama içimiz de acıyor. Çünkü kazanılan bu hak, neredeyse bir yüzyıl sonra bile gerçek bir temsil gücüne dönüşmedi.
Bu satırları bir siyasetçi sıfatıyla değil; yıllardır toplumsal meselelere çözüm üreten, politika ve projeler geliştiren bir kadın olarak yazıyorum. Emeğin, liyakatin ve bilginin kıymet gördüğü bir siyaset alanı düşleyen; fakat siyasetin görünmez eşiklerini, kapalı kapılarını ve soğuk duvarlarını defalarca deneyimlemiş biri olarak.
Benim için 5 Aralık artık bir kutlama günü olduğu kadar bir hesap günü. Atatürk’ün açtığı yol bugün neden bu kadar daraldı?
Neden temsil hâlâ bu kadar sınırlı? Bu soruları sormadan ilerleyemeyiz.
“Kadınsız inkılap olmaz”: Nezihe Muhiddin’in mirası
5 Aralık’ın ruhunu anlamak için bu hakkın ardındaki kadın hareketini hatırlamak şart. Bu mücadelenin en güçlü isimlerinden biri kuşkusuz Nezihe Muhiddin’dir. Kadınlar Halk Fırkası’nı kurmaya çalışmış, kadınların siyasi hakları için örgütlenmiş, her engele rağmen geri adım atmamış bir cesaret örneği.
Kadın Yolu dergisinin ilk sayısında şöyle yazmıştı:
“Kadınların siyasi hakları elde etmesi bir medeniyet meselesidir. İnkılabımız Türk kadınına layık olduğu hakları vermeden başarıya ulaşamaz. Kadınsız bir inkılap olmaz.”
5 Aralık 1934’te hak tanındıktan sonra Nezihe Muhiddin, 1935’te İstanbul’dan bağımsız aday oldu. Ama seçilemedi. Cumhuriyet’in en vizyoner kadınlarından biri, açtığı yolun ilk virajında engelle karşılaştı. Bu sadece bir tarih notu değil, bugünün de fotoğrafı. Çünkü Türkiye’de kadınların siyasette yaşadığı güçlükler bugün de bitmedi. Hak kazanıldı ama o hakkın kullanılacağı kapılar hep yarı aralık bırakıldı.
Aradan geçen 90 yıl: Kapılar hâlâ aynı
Nezihe Muhiddin’in yaşadığı hayal kırıklığı bugün siyasetin içinde hâlâ hissediliyor. Siyasetin eşiği dışarıdan göründüğünden çok daha yüksek, çok daha katı. Bazen bir kapı aralanıyor, sonra kimse fark etmeden sessizce kapanıyor. Emek veriyorsunuz, üretiyorsunuz, çalışıyorsunuz. Yine de siyaset özellikle kadınlar için hâlâ “giriş izni” gerektiren bir alan.
Bu bir serzeniş değil. Mücadeleyi seçmiş birinin tespiti. Ama milyonlarca genç kadın daha o kapıya yaklaşmadan geri çekiliyor. Bu yüzden temsil meselesi artık sadece kadınların değil, demokrasinin sorunu.
Sorun sandıkta değil, sistemde
Türkiye’de kadın temsilinin düşüklüğü sık sık “seçmen tercihi” ile açıklanıyor. Oysa araştırmalar net:
• Kadın adaylar seçmende dezavantajlı değil.
• Oy tercihinde belirleyici olan adayın cinsiyeti değil, parti kimliği.
• Toplum kadınların siyasette daha fazla yer almasını destekliyor.
O halde sorun nerede? Parti içi mekanizmalarda. Adaylık aşamasında kadınların yolunu daraltan, görünmez engeller oluşturan bir mimaride. Sandık açık, ama siyasete giriş kapısı kapalı.
Yerel yönetimlerde durum daha da çarpıcı. 81 ilin içinde kadın belediye başkanı sayısı yok denecek kadar az. Demokrasinin en görünür yüzü olan yerelde de tablo değişmiyor.
Bugün demokrasiler temsil genişliğiyle ölçülüyor. Kadınların olmadığı bir siyaset daralıyor, toplumsal öncelikleri eksik okuyor, dil sertleşiyor, hesap verebilirlik zayıflıyor. Kadınların siyasette güçlenmesi sadece eşitlik talebi değil. Daha kaliteli bir demokrasi talebi.
Peki çıkış yolu?
Sorun bireysel çaba ile çözülemez. Yapısal dönüşüm şart.
• Aday belirleme süreçleri şeffaf olmalı. Lider merkezli yapılar temsil üretmez.
• Fermuar sistemi uygulanmalı. Kadın ve erkek adayların dönüşümlü sıralandığı bu yöntem birçok ülkede temsili hızla artırdı.
• Yerel siyasette kota zorunlu hale gelmeli. İl ve ilçe düzeyinde kadınların yokluğu ciddi bir yönetim zaafıdır.
• Siyasete girişte destek mekanizmaları kurulmalı. Ekonomik engeller ve bakım yükü çözülmeden eşitlik mümkün değil.
1934’ün ışığı, 2025’in sorumluluğu
Türkiye 1934’te demokrasilerin önündeydi. Bugün o adımı tamamlamak zorundayız. Çünkü temsil hâlâ sınırlı. Kadınlar başarısız olduğu için değil; siyaset kadınlara göre tasarlanmadığı için geri planda. Bu düzeni değiştirmek Cumhuriyet’in bize bıraktığı mirasın gereği. Kadınların tam ve eşit katılımı Türkiye’nin demokrasi seviyesinin en doğru göstergesidir.
Bu sadece kadınların değil, Türkiye’nin geleceğinin meselesidir. Ve 5 Aralık her yıl bize şunu hatırlatır: Hak verilmez, alınır. Ama kapılar açılmadıkça hiçbir hak gerçek gücüne kavuşmaz.
Evet, Türk kadını 1934’te dünyanın önündeydi. Ama 2025’te hâlâ temsilin gerisinde. Yine de inanıyorum: Bu ülkenin kadınları değişimin hem öznesi hem taşıyıcısı olacak.

TBMM Komisyonunun kritik toplantısının ardından başlayacak çalışmalarda DEM’in “eşit vatandaşlık” talebi çerçevesinde Anayasa’nın üç maddesinde değişiklik tartışması sürpriz olmamalı, AK Parti ve MHP, yeni Anayasa değişikliği için bu konuya nasıl yaklaşacağı belirsiz.
TBMM Komisyonunun 4 Aralık toplantısı AK Parti-MHP ittifakının “Terörsüz Türkiye” sürecinin 2026 yılının ilk yarısındaki seyri açısından kritik önemde. TBMM Başkanı Kurtulmuş, Komisyonun 5 Ağustos’taki açış konuşmasında amacın yeni Anayasa yazmak ya da hukuk reformu olmayıp, mealen, PKK’nın silah bırakıp kendini feshetmesi yoluyla Kürt sorununa Meclis çatısı altında siyasi çözüm koşullarını sağlamak olduğunu söylemişti. Kurtulmuş, Terörsüz Türkiye için Özel Yasanın PKK’nın silah bırakıp kendini feshettiği TSK ve MİT tarafından doğrulanmadan çıkmayacağını söylemişti. Ancak bunlar yasa hazırlığının Adalet Komisyonunda çalışılmasına engel değil. Keza, DEM Parti’nin (PKK tarafından da özellikle dile getirilen) “eşit vatandaşlık”, ya da “eşit yurttaşlık” talebi için üç Anayasa maddesinde değişiklik gereğini Adalet Komisyonundaki çalışmalarda gündeme getirilmesi de sürpriz sayılmamalı.
“Eşit Yurttaşlık” Ne demek?
Eşit vatandaşlık, ya da eşit yurttaşlık, Anayasa’da zaten her vatandaş eşit sayıldığı içim aşina olmayanlar için akıl karıştırıcı bir kavram. Kavramı, PKK lideri Abdullah Öcalan’ın 2004’ten itibaren “demokratik cumhuriyet” söylemiyle birlikte kullanmaya başladı. DEM Parti’nin 25 Kasım 2023 Kongresinde de partinin ana hedefleri arasında sayıldı. DEM kaynaklarında “tekçi ve merkeziyetçi devlet anlayışına karşı çoğulculuğu, yerel demokrasiyi, anadil haklarını ve kolektif kimlik özgürlüğünü temel alan bir ortak yaşam modeli” olarak tanımlanıyor.
Geçenlerde Ankara’daki bir kapalı toplantıda bu konu da tartışıldı. Dile getiren katılımcı, bunun nasıl somut karşılığını ise Anayasa’nın üç maddesinde değişiklikle mümkün olacağını söyledi.
Bunlar, Anayasa değişikliği, ya da AK Parti-MHP ittifakının yeni Anayasa dendiğinde -Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesiyle birlikte- ilk akla gelen “ilk dört madde” ile karıştırılmamalı.
Ama bir soruyu da beraberinde getiriyor: AK Parti ve MHP, yeni Anayasa için DEM desteğini almak için bu üç maddeyi Anayasa taslaklarına ekleyebilir mi?
Hangi Üç Madde?
• Eğitim – Madde 42: Kimse, eğitim ve öğrenim hakkından yoksun bırakılamaz. Öğrenim hakkının kapsamı kanunla tespit edilir ve düzenlenir. Eğitim ve öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır.
• Vatandaşlık – Madde 66: Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür. Türk babanın veya Türk ananın çocuğu Türktür. Vatandaşlık, kanunun gösterdiği şartlarla kazanılır ve ancak kanunda belirtilen hallerde kaybedilir. Hiçbir Türk, vatana bağlılıkla bağdaşmayan bir eylemde bulunmadıkça vatandaşlıktan çıkarılamaz. Vatandaşlıktan çıkarma ile ilgili karar ve işlemlere karşı yargı yolu kapatılamaz.
• Yerel Yönetimler – Madde 127: [Tartışılan bölümü:] Mahallî idarelerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri, konusundaki denetim yargı yolu ile olur. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma veya kovuşturma açılan mahallî idare organları veya bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar uzaklaştırabilir.
Siyasi İrade Şart
Bu üç maddeyle talep edilen, özetle, anadilde eğitime izin verilmesi, vatandaşlıktaki Türklük tanımı ve sadece kayyım atamaları değil ama yerel yönetimlere, yerel işlerde özerklik tanınmasıdır.
Daha önce bu maddeler değişik gerekçelerle tartışma konusu olduğunda en şiddetli itiraz MHP’den gelirdi. Ancak Terörsüz Türkiye projesini ortaya atıp siyasi riski üstlenen MHP olduğuna göre, bu konuda da uzlaşma beklenebilir mi? Bu halen yanıtı olmayan bir soru.
Kaldı ki Anayasa değişikliğine gelene dek sadece yasal düzenlemelerle alınacak önemli mesafe var. Örneğin Terörle Mücadele Kanunu, Ceza kanunu, İnfaz Kanunu ve Belediyeler Kanununda yapılacak değişiklikler, sadece Terörsüz Türkiye değil, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile vize rejimini kolaylaştıracak türden. Hatta Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının uygulanması, kayyım atamalarının geri alınması, hiç değilse seçilmiş siyasilerin tutuksuz yargılanması gibi hiçbir yasal değişiklik gerektirmeyen, üstelik iktidar-muhalefet gerilimini düşürecek adımlar da mümkün.
Bütün bunlar siyasi iradeye bağlı konular ve önümüzdeki haftalarda, aylarda bunlar konuşulacak.

NATO toplantısına katılan Fidan: Rusya-Ukrayna savaşı yayılıyor. Ama Türkiye’den beklentileri olan AB Güney Kıbrıs’a rehin. (Foto: X/Dışişleri Bakanlığı)
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Rusya-Ukrayna savaşının giderek daha geniş bir coğrafyaya yayıldığını, bunun “çok korkutucu bir şey olduğunu” ama Avrupa Birliğinin Türkiye’den beklentilerinin Güney Kıbrıs Rum Yönetimince “rehin alındığını” söyledi. Fidan bu açıklamayı NATO Dışişleri Bakanlarının 3 Aralık’ta Brüksel’deki Ukrayna konulu toplantı ardından yaptı.
Son zamanlarda Rusya’yla ticaret yapan gemilere Türk münhasır ekonomik bölgesinde Ukrayna’nın üstlendiği saldırılar yapıldığına da dikkat çeken Fidan, Karadeniz güvenliğini AB ve NATO üyesi Bulgaristan ve Romanya ile de görüştüklerini belirterek “Savaşın coğrafyası giderek yaygınlaşıyor. Bu çok korkutucu bir şey” dedi.
Aynı gün Türkiye’nin, daha 2024 sonunda Türk donanmasına katılan TCG Akhisar Korvetini, bu ülkenin donanmasını güçlendirmek amacıyla Romanya’ya sattığı açıklandı. Türkiye’nin bir NATO ve AB ülkesine ilk savaş gemisi satışı olan korvetin 265 milyon avroya satıldığı bilgisi var.
Rusya-Ukrayna Savaşı Yayılıyor
Temmuz ayında Ankara’da yapılacak NATO Zirvesi öncesi son olağan Dışişleri Bakanları toplantısı, Rusya’nın AB ile Ukrayna geriliminin bir üst seviyeye tırmandığı bir sırada yapıldı. NATO bakanları toplanmışken Rusya Cumhurbaşkanı Vladimir Putin, ABD Başkanı Donald Trump’ın Ukrayna Barış Planını reddederek, Avrupa ile savaş istemediklerini ama Avrupa isterse savaşa hazır olduklarını söylemişti. Brüksel toplantısı ardından Putin’e karşılık veren NATO Genel Sekreteri Mark Rutte ise geri adım atmayacaklarını, Ukrayna’ya silah yardımı ve Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlara devam edeceklerini, Putin’in eninde sonunda “taviz vereceğine” inandıklarını söyledi.
Rutte, bununla birlikte Rusya’nın savaş kapasitesini Çin’in desteği sayesinde sürdürdüğünü, İran ve Kuzey Kore’nin de yardımcı olduğunu söyledi. Çin’in yıl sonuna dek on bir nükleer savaş başlığına sahip olacağını ve şimdiden ABD’den fazla savaş gemisine sahip olduğunu söyleyen Rutte, Çin’in Tayvan’a saldırması halinde Şi Cingpin’in Putin’den “dünyanın bu bölgesini meşgul etmesini isteyebileceği” senaryosunu öne sürdü.
Türkiye’nin de Beklentileri Var
NATO Genel Sekreteri, Rusya’nın silahlı kuvvetlerinin hızla büyümesine Avrupa’nın caydırıcılık için silahlanmaya “karşılık vermesi” gerektiğini söylerken Türkiye’deki savunma sanayii eko sisteminin 3 bin şirketi aşmasını örnek gösterdi.
Bu da Batı’nın Türkiye’den beklentilerinin bir parçası. Ancak Türkiye, AB onayı olmadığı için yeni Avrupa güvenlik mimarisi çerçevesindeki 150 milyar avroluk SAFE programına alınmıyor; engelleyenler ise Fransa’nın desteğiyle Güney Kıbrıs, Yunanistan. Türkiye’nin AB’nin Kıbrıs Rum vetosuna takılan beklentilerini karşılamak için beklentilerini ise Dışişleri Bakanı Fidan, 2019’daki siyasi görüşmelerin kesilmesinin kaldırılması, üyelik görüşmelerinin devamı, vize kolaylıkları gibi bilinen maddelerin yanı sıra, Rusya-Ukrayna savaşı, Gazze ve Suriye’de Türkiye’nin kaygılarının desteklenmesi olarak sıralıyor.
Tüm tarafların alabileceğinin azamisini alma gayretinde olduğu bu ortamda en somut gerçek ise Rusya-Ukrayna savaşının Türkiye’yi de etkileyecek şekilde yayılması.

Irak Kürdistan Demokratik Partisi lideri Barzani korumalarının kamuflajlı kıyafetleri ve uzun namlulu silahlarıyla Cizre’de boy göstermesi Ankara’da sert tepkilere yol açtı. Bahçeli’nin “razalet” demsiyle Erdoğan duruma el koydu. (Grafik: T24)
İçişleri Bakanlığı 2 Aralık gecesi 22.15te Irak Kürdistan Demokratik Partisi (KDP) lideri Mesud Barzani’nin 29 Kasım’da Cizre’deki sempozyuma, uzun namlulu silahları ve kamuflaj üniformalarıyla gelmeleri konusunda inceleme başlattığını duyurdu. Bu amaçla iki müfettiş görevlendirdiğini de açıkladı.
Bakanlığın bu açıklamasından 14-15 saat önce ise, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin Türkgün gazetesinde yayınlanan ve durumu “rezalet” olarak özetleyen sözleri, bütün medyayı sarmıştı.
Hatta AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik, 2 Aralık akşam saatlerinde bu durumu “kabul edilemez” sözleriyle kınamış, gereğinin yapılacağını söylemişti
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ise 3 Aralık’ta AK Parti Grubuna hitabında, Barzani’nin Bahçeli’ye verdiği “kuzu postunda bozkurt” yanıtını hedef aldı, Barzani’den bu “saygısızlığını” düzeltmesini istedi.
Bahçeli’nin Muhatabı Barzani Değildi
Oysa Bahçeli, Türkgün’deki sözlerinde Cizre hadisesinden dolayı Barzani’yi muhatap almıyor, bu “rezalete” meydan verilmesini kınıyordu.
Bahçeli şunları söylüyordu:
- “Türkiye Cumhuriyeti’nin egemenlik hak ve hukuku maalesef çiğnenmiştir. Adına ister protokol kuralları deyin ister teamül deyin ne var ne yok ihlal edilmiştir.
- “Barzani’nin an itibariyle herhangi bir devlet görevi yoktur. Sadece misafir olarak ülkemize giriş yapmıştır.
- “Buna rağmen Sempozyumun önüne çıkartılan ve adeta şova dönüştürülen mesnetsiz övgü yağmurları ve abartılı iltifatlar, bunun yanında vatan topraklarımızda yabancı üniformalı askerlerin uzun namlulu silahla ortalıkta dolaşmaları tek kelimeyle rezalettir.”
Barzani ve Korumaları
Bu manzara 30 Kasım’dan itibaren medyada işleniyor, siyaset dünyasından tepkiler alıyordu. Cizre’de 17’inci Yüzyıl Kürt şair ve mutasavvıfı Melâye Ciziri adına düzenlenen sempozyuma katılan Barzani, başta AK Parti Şırnak Milletvekili Arslan Tatar olmak üzere “Kürtlüğü sizden öğrendik” gibi övgüler alması ama daha çok da neden askeri üniformalı, uzun silahlı Peşmergelere izin verildiği yönüyle eleştiri kaynağıydı.
Bahçeli’nin bu eleştirilerinin muhatabı ne CHP ne DEM ne başkasıydı; Bahçeli’nin eleştirisi AK Partiye idi.
Yakından bakalım:
- Bahçeli’nin “Adeta şova dönüştürülen övgü yağmurları ve abartılı iltifatlar” eleştirisinin muhatabı AK Parti Şırnak Milletvekili Arslan Tatar’dır. (Burada bir ayrıntıya dikkat çekelim: Köy Koruculuğu sistemine en çok korucu veren aşiretlerden olan Tatar Aşiretinin bir ferdi daha vardı sempozyumda. O da Barzani heyetinde yer alan, Şırnak ilinin Irak komşusu Duhok’un Valisi Ali Tatar idi.)
- Sempozyum, Şırnak Valiliği, Şırnak Üniversitesi ve Cizre Valiliği işbirliğiyle Cizre Dedeman Otelinde düzenlenmiştir.
- Diğer yürütme yetkilileri gibi Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından atanan Şırnak Valisi Birol Ekici, Cizre kaymakamı Ahmet Vezir Baycar’dır; güvenlikten sorumlu olması gerekenler onlardır.
- Her ikisi de İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’ya bağlıdır ama Yerlikaya zaten baş konuğu Barzani olan Cizre sempozyumuna yardımcılarından Münir Karaoğlu’nu göndermiştir; Karaoğlu da Sempozyumdaydı.
Bahçeli’nin “vatan topraklarımızda yabancı üniformalı askerlerin uzun namlulu silahla ortalıkta dolaşmaları” eleştirisinin muhatabı AK Partiydi.
Sorular yanı Bulacak mı?
Terörsüz Türkiye sürecini kamuoyuna on üç ay önce duyuran Bahçeli’nin bu sözleri, şimdiye dek süreçle ilgili konularda, Cumhur İttifakı çerçevesinde dile getirdiği en sert eleştiridir.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, belli ki müttefiki Bahçeli’nin tepkisini hafifletmek için kamuoyu dikkatini Barzani’nin “saygısızlığına” çekti. Barzani velev ki sözlerini düzeltse bile asıl sorun ortadan kalkacak mı?
Örneğin Barzani, korumaların gelişi konusunda Türk makamlarıyla protokol sağlandığını öne sürmüş. Bu doğru mu? Doğruysa protokol, örneğin Duhok Valisi Ali tatar ile Şırnak Valisi Birol Ekici arasında mı yapıldı? Bundan Bakan Yardımcısı Karaoğlu aracılığıyla Bakan Yerlikaya’nın haberi oldu mu?
Müdahale neden hemen orada yapılmadı?
Ayrıca, Barzani’ye “gözümüzün bebeğisin” övgüleri düzen Şırnak Milletvekili Tatar konusunda, Çelik’in dediği gibi gereği yapılacak mı? Örneğin savunması istenecek mi?
Cumhurbaşkanının sözlerinden ortalığı karıştıranın, Terörsüz Türkiye sürecinde akılda olmayan bir pürüz daha çıkaranın Barzani olduğu sonucu çıkarılabilir ama asıl sonun bu “rezalete” meydan veren 24 Kasım Öcalan görüşmesiyle tetiklenen “Erken bahar” sendromu mu acaba?



