
İstanbul Büyükşehir Belediye BaşkanıEkrem İmamoğlu, İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in aleyhine açtığı davanın, tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevindeki duruşmasında seçim bildirgesi gibi bir savunma yaptı. (Foto: ekremimamoglu.com)
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, kendisine dava açan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’e hakaret ettiği gerekçesiyle yargılandığı davanın 11 Nisanda yapılan duruşmasında seçim bildirgesi niteliğinde bir savunma yaptı. İBB’deki yolsuzluk iddiaları nedeniyle tutuklanıp hükümetçe görevden alınan İmamoğlu’nun, Silivri’de, daha önce siyasi nitelikli Ergenekon-Balyoz serisi “kumpas” davalarından hafızalarda yer etmiş Silivri Cezaevi 2 No’lu duruşma salonunda yaptığı ve kendi internet sitesinde yer verdiği savunmasını tam metin olarak yayınlıyoruz.
İmamoğlu savunmasının tam metni
Bugün burada bulunurken, ben de yıllar öncesinde bu kampüs içerisinde, Ergenekon safsatası ve uydurma kumpas davalarında, 10-15 defa burada davaları takip etmiş ve haksızlığa, hukuksuzluğa uğrayan insanların sonsuz mücadelelerine şahitlik etmiştim. Ve o esnada burada, bu farklı kumpas davalarını içeren süreçlerde bu insanların, ailelerinin nasıl üzüntü içinde olduklarını, nasıl savrulduklarını ve hayata dair umutlarını yitirdikleri ve hatta hayatlarını kaybettiklerini de yaşamış, birebir burada şahitlik etmiş birisiyim.
O dönemde her ne kadar idari olmasa da siyasi görevimle birlikte, siyasi duyarlılığım beni günlerce buraya taşımıştır. Ve bir iş insanı olmama rağmen, böyle bir duyarlılıkla, buradaki insanların gözünün içine baka baka süreci anlamaya, sürecin nasıl yönetildiğine dair vicdanın, aklın, anlayışın, hoşgörünün, adaletin nasıl uygulandığına şahitlik etme arzusuyla bulunmuştum. Çok dersler çıkardığımı ifade edebilirim. O bağlamda, bu salonların, ne yazık ki üzülerek ifade edeyim ki hiç de hoş olmayan, tarihimize hiç de adalet adına güzel iz bırakmadığı günleri bize yaşatmıştır.
Yüce Türk milleti adına, yüce Türk yargısının doğru kararlar ve iyi kararlar, iyi kanaatler oluşturması noktasındaki beklentimi ifade ettim. Çünkü biz, “Devletin dini adalettir” anlayışına, inancına sahip bir toplumuz. Aynı zamanda, “İnsanını yaşat ki devlet yaşasın” diye devlet ve devlet aklının yürüdüğü, binlerce yıldır bu geleneğin temsilcileri olma gayreti içinde insanlarız. Bu gayretle, bu temenniyle burada bulunuşumuzun ve burada var oluşumuzun temelini oluşturur.
“Devletin dini adalettir”
Elbette sizler yargı adına burada oturuyorsunuz. Yargı adına ve ülkenin yüce Türk yargısı adına karar verme sorumluluğuyla buradasınız. Ama ben de bu ülkenin ve dünyanın en kadim kentinin Belediye Başkanı olarak buradayım. 16 milyon insanın, dünyanın önünde saygıyla eğildiği, üç imparatorluğa başkentlik yapmış, cennet vatan Türkiye’mizin de göz bebeği İstanbul’umuzun Belediye Başkanıyım. Bu anlamda buradayım ve gerçekten üzüntüyle buradayım. Elbette Silivri’de olmamın başka saiklerle, zemini, tabanı olmayan, uydurma, iftira ve ne yazık ki gerekçeleriyle milletimizi üzen, hatta tarumar eden, umutlarını yok eden, ekonomisini bile perişan eden, güvencesi olan her ne var ise, insanları bu anlamda umutsuzlaştıran bir atmosferde buradayız.
Düşünün ki Silivri’de olmamın sebebi olması vesileyle işleyen süreçte de aslında burada bulunmam arasında ne yazık ki bir uygulama bağı vardır. Bir süreç bağı vardır. Üzülerek ifade edeyim ki 20 Ocak’ta vuku bulan bir panelde konuşmamdan başlayan bu sürecin, bugün davası görülen ve az önce bana isnat edildiğini söylediğiniz suçlamaların altında yatan duygunun, bugün beni Silivri’ye taşımasının gerçekleşmesiyle, kaygılarımın ne kadar doğru olduğunu da bana göstermiştir, diye de altını çizmek isterim.
O bağlamda ben, bana isnat edilen suçlara cevabımı çok net ve kararlılıkla burada ifade edeceğim. Ama önce, “ben burada niye bulunuyorum”u ister istemez sorguluyorum. Ben burada niye bulunuyorum acaba? Sizin huzurunuzda ben niçin ifade veriyorum? Ya da bir şekilde suçlamamla ilgili savunmamı yapıyorum?
“Cumhurbaşkanı adayı olduğum için buradayım”
Çünkü ben, 16 milyon İstanbullunun kentinde, birilerinin ya da bir kişinin ‘Aşkım İstanbul’ diye sahiplendiği ve kendi malıymış gibi kabullendiği bir ortamda üç kez seçim kazanmış ve milletin sahibi olduğu bir şehrin, ait olduğu kişiye, yani millete devredilmesi konusunda, Türkiye demokrasisi adına devrim gibi altın harflerle geçecek bir seçim kazanmış, üç seçim kazanmış, bu anlayışa karşı milletin iradesinin geçerli olduğunu, egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ülküsünün yerine geldiğini, getirilen o sandıkta halkın iradesinin, bütün engellemelere rağmen, karşılığını aldığı, bir kişi olduğum için ve o kişinin, ‘Aşkım İstanbul’ veya ‘İstanbul’u kazanan Türkiye’yi kazanır’ anlayışına karşı, böyle bir güçlü iradeyi milletçe ortaya koymamın karşılığı olarak ben Silivri’deyim.
Ve Silivri’deki bu salonda, sizin bu davanıza karşı cevaplarımı sıralamaktayım. Tabii aynı zamanda 86 milyon insanın gönlüne girmiş ve 86 milyon insanın huzuruna, bir sonraki seçimde cumhurbaşkanı adayı olarak çıkacağım için ben buradayım ve Silivri’deki bu kampüste huzurunuzda ifade veriyorum.
Sadece “Cumhurbaşkanı adayı” kelimesi ya da cümlesiyle sınırlı kalmaz bu duygu. Çünkü Türkiye değil, dünya tarihinde 15,5 milyon insanın bir ön seçimde… Herkesin belki de eşi, dostu, akrabasının dahi oy kullandığı, Türkiye’nin en doğusundan en batısına, en güneyinden en kuzeyine, insanların güler yüzlü, öyle kaşlı değil, güler yüzlü, gülümsemeyle, insanın içinde hoşgörüyle, iyi niyetle, hatta bebeklerin diyebileceğim yaştaki çocukların güzel çizgileriyle sevgisini, kanaatini tarafıma ilettiği bir demokrasi şöleniyle, 15,5 milyon insanın ön seçimde oy kullandığı bir ortamda “cumhurbaşkanı adayı” kimliğimi elde ettiğim için ben bugün buradayım.
Türkiye’deki siyasi atmosferin yarattığı bu ortamda, burada yargılanmış olmak veya Silivri Kampüsü’nde yargılanmış olmak, bu davada Silivri Kampüsü’nde ifade veriyor olmak, elbette üzücüdür. Ama benim için, açıkçası milletimin huzurunda konuşmanın ferahlığı ve rahatlığı içinde olduğumun da hepiniz tarafından bilinmesini isterim.
Saygıdeğer hakim, değerli üyeler;
Tabii ki “Ben niçin buradayım?” sorusuna verdiğim bu cevapla birlikte… Peki ben kimim, niçin bu kadar hedef veya odağa oturmuş bir durumdayım, diye baktığınızda, aslında çok net…
Ben, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğum andan itibaren, şehri yönetirken, kanala, yalana, talana ve aynı zamanda ranta ve birçok millet aleyhine olan her hususa karşı durduğum için, ben bugün buradayım.
Ve bunu hiçbir zaman vazgeçmeden savunduğum için bugün buradayım. Aynı zamanda bebek, çocuk, kreş, yurt, burs, gençlik, üniversite gençliği, işsiz gençlik, gençlere iş bulma, kadın, anne, Anne Kart. Düşünsenize; milyonlarca annenin cebine kart koyup, 0-4 yaş arası çocuğuyla İstanbul’u ücretsiz dolaşmasına vesile olmuş Belediye Başkanıyım… Ne büyük bir onur. Ve “İyilik bulaşıcıdır” diyerek, bunu Türkiye’ye yayılmasına vesileyim. Düşünsenize; on milyonlarca insanın bugün zor koşullarda 40 liraya, üç öğün yemek yediği bir İstanbul var eden ve bu iyiliğin de tüm Türkiye’ye yayılmasına vesile olan bir kişiyim.
Sadece Kent Lokantası ya da kreş mi? Hayır. Aynı zamanda tarihi rekorlarla metro, İstanbul’un en güzel yeşil alanlarını İstanbulluya kazandırmak, insanlarını eşitleyen, çocuklarını eşitleyen, bebeklerini eşitleyen, partizanlığı söküp atan, o iğrenç duyguyu kurumların içinden söküp atan, liyakati esasıyla birlikte kurumların içine taşıyan, insanlara güzel bir gelecek sunma adına elinde hangi imkan varsa, o imkana bunu tasarruflarıyla beraber seferber eden bir anlayışı ortaya koyduğum için ben buradayım.
Çünkü esas akıl ve süreci, ne yazık ki domine eden ve zorlayan akıl, işte o “İstanbul’u kazanan, Türkiye’yi kazanır” ya da “İstanbul’u kaybeden, Türkiye’yi kaybeder” aklının tezahürüdür ve sonucudur. Onun için ben bugün Silivri’deyim ve Silivri’de bulunarak, bu kampüsün içindeki bu salonda ve kötü anılarıyla beraber,
“Türk yargısının sıkıntılı halleri”
Türkiye’nin, yüce Türk yargısının ne yazık ki sıkıntılı anılarının ve hallerinin yaşandığı bu salonda, bu duruşmada sizin huzurunuzda ifade vermekteyim. Ama bu çok sürmez. Açıkçası Türkiye, çok deneyimler yaşamıştır. Milletin istemediğinin asla olmadığı bir topraklarda yaşıyoruz. Şükürler olsun. En zor koşullarda bile, üç-beş kahramanın ortaya çıktığında, millet arkasına dizilmiştir ve istiklal mücadelesi verilmiştir bu topraklarda.
Onun için bu ülkede, bu topraklarda, öyle bir avuç insanın istediği değil, milletin dediği olur. Millet büyüktür. Ve bu milletin büyüklüğünden de hiç kimse zerre kadar şüphe etmesin. Ben etmiyorum. Edenlerin aklına şaşarım.
Düşünsenize; Ekrem İmamoğlu gözaltına alınıyor. Ekrem İmamoğlu, 5 gün nezarette bekletiliyor. Ekrem İmamoğlu’nu 5 gün nezarette bekletmek büyük bir iş! İşte soruşturması yapılıyor. Mahkemede karar veriliyor ve Silivri’ye gönderiliyor. Ekrem İmamoğlu kim yani? Ekrem İmamoğlu, çocukluğundan beri yalınayak gezmiş, tarlada, çimende, çayırda, dağda, ormanda dolaşmış, her ortamı görmüş, 40 haneli bir köyden gelmiş, Cumhuriyetin nimetlerinden aynen sizler gibi faydalanmış ve Türkiye’nin en güzel makamlarından birinde olmuş, bu toprakların nimetini çok iyi bilen, bu toprakların nimetine hizmet etmenin kutsallığını bilen, insanına hizmet etmenin de Hakk’a hizmet olduğunun çok iyi bilen bir ahlakla büyümüş, ailesine mahcup olmamayı, doğduğu topraklara, Trabzon’a, yaşadığı şehir İstanbul’a ve bu millete mahcup olmamayı her zaman dualarından eksik etmemiş bir insan. O bakımdan bizi nezarette tutma aklı, sonra işte o zulümle, o sıkıntıyla, işte çağırırsa gideceğimiz bir yere polislerle baskın yapar gibi, yüzlerce polisi evinin kapısına dizme…
Bu nasıl bir gelenek? Bu nasıl bir anlayış? Böyle bir anlayışla yüce Türk yargısının sürdürülebilirliği mümkün mü? Olabilir mi? Hangi insan bunu yaşamak ister? Hangi insana bu yaşatılabilir? En kötü suçu işlemiş insan bile bu yaşatılmaz. Ya da suç işlenmiş olduğu yönünde bir ihtimal varsa, henüz netleşmemişse, o zaten yapılamaz. O bakımdan, şüpheyle veya işte isnat edilen suçla, bu şekildeki uygulamaların, bu şekildeki tavırların ülkemizin bugününe, yarına, Allah aşkına, kime faydası var? Bu kararları kim alıyor? Bu kararları kim uygulamaya sokuyor? Hangi irade bu işi zorluyor? Benim peşinde olduğum ve olacağım husus budur ve bundan asla vazgeçmeyeceğim. ‘Bu koşullar ne olmuş’ sorusu… İyileştirilebilir miydi? İyileştirilebilirdi.
Mesela TRT, gayet güzel bir biçimde bu duruşmayı yayınlayabilirdi. “Haram, zıkkım olsun” diye insanların dualarında, TRT’ye giden vergilerinin… Ekrem İmamoğlu mesela… Yargılanıyor. Ben tesadüf televizyon izlemiyorum Allah’a şükür. Eşim de burada, şahitlik eder. 20 yıla yakındır evimizde TV izlemeyiz. Ama şimdi odamda TRT’ye bakıyorum. Ekrem İmamoğlu’nun haysiyetine, onuruna, eşine, ailesine…
Ya Allah aşkına, devletin bir kanalı TRT üzerinden karalayan, kirleten, itibarsızlaştırma gayretinde olan yalanla, iftira ile haber yapar mı TRT?
Ben çocukluğumda, 6-7 yaşında gurbetten gelen bir amcam eve TV getirmişti. TRT’nin önünde, açılmadan önce, o TRT’nin açılış sayfasını saatlerle izleyerek büyüdüm. Ya da TRT’nin yayını kapanırken, İstiklal Marşı okunurken, karşısına geçip İstiklal Marşı okuyan çocuk oldum ben TRT’nin karşısında. Yazık değil mi?
“TRT’ye, AA’ya yazık değil mi?”
Anadolu Ajansı’na yazık değil mi? Kurtuluş mücadelesinde kurulan, milletin haber alma ajansını bir avuç insanın siyasi iradesini, siyasi hükmünü sürdürecek diye ona adamın yaşandığı bir ülke…
Buna dayanılabilir mi? TRT gelsin, bari bir dirhem bizim bu konuşmalarımızı, bizim bu davalarımızı yüce Türk milletine aktarsın. Millet izlesin, gerçek kanaatin, ortaya koysun. Yazıktır, günahtır. Milletin duygularının, milletin maneviyatının altına dinamit koymanın bir anlamı yoktur. Bu anlamda keşke TRT, bugün vermediyse de bundan sonraki duruşmalarda, olası hak arama mücadelelerinde, benim buradaki konuşmalarımı vermesini de yüce Türk yargısına buradan emanet ediyorum. Bunun olmasının Türkiye’mizin geleceği açısından çok büyük kıymeti, çok büyük faydaları olacağının da altını çizmek isterim.
Değerli Hakim Bey ve kıymetli üyeler;
Sizlerin huzurunda şunu söyleyeyim: Bana suç isnadıyla ilgili bahsettiniz. Tabii şunu ifade etmek isterim. 20 Ocak günü, Sayın Genel Başkanımızla bir panelde, Kadıköy’de bir salondaydık. Ve o Kadıköy’deki salonda konuşmalar yapacaktık. Gayet güzel güne başlama arzusundaydık. Ama yine az önce ifade ettiğim biçimiyle, sabahın daha günü doğmadan, güneşi doğmadan, Anayasa’ya aykırı, hukuka aykırı bir biçimde, bir çocuğun, bir Gençlik Kolları Genel Başkanımızın evine, ki o Gençlik Kolları Genel Başkanı benim ilkokuldan beri tanıdığım, ailesini bildiğim, kendini tanıdığım, kendi evladım gibi… Ben, her evlada çocuk gözüyle bakarım. Ben öyle bakıyorum. İstanbul’un her evladı, benim evladım. Onun için ben, 6000 tane gence, normal koşulların 10’da biri fiyatına üniversite öğrencilerine yurt açtım. Onun için ben, 100 bin tane gence yılda burs veriyorum. Onun için ben, her evladım kendi evladım gördüğüm için, yarısı ücretsiz, 13-14 bin tane çocuğun eğitim gördüğü kreşleri bu şehre kazandırdım. 150’ye çıkacak. Hedefimiz o.
“Öğrencilere yapılan zulmü kınıyorum”
Onun için çocuklara, gençlere evlat gözüyle bakıyorum.
Onun için ben, içeride bulunan tutuklu üniversite öğrencilerine, o evlat gözüyle baktığım insanlara yapılan zulmü kınıyorum ve yanlış buluyorum. Yanlıştır. Yapmayın bunu gençlere. Kalanlar da serbest bırakılsın.
Gerçekten geleceğimize ayıptır, günahtır. Hiçbir gence bu yapılmaz. Hiçbir gence, ifade özgürlüğü veya kendini ifade etme özgürlüğü üzerinden bu uygulama yapılamaz. Onun için bu feryadı her zaman yaptım, yapmaya da devam edeceğim.
Haksızlığa kim uğruyorsa, onun yanında olacağım. Hukuksuzluğa kim tabiyse, onun yanında olacağım. Bundan asla vazgeçmeyeceğim. Beni hiçbir şey durduramayacak. Hiçbir güç durduramaz. Ben, ancak Yaradan’dan korkarım. Yaradan’a sığınırım. Bir de milletime sığınırım. Milletin dediğidir benim için esas olan.
Bu bağlamda, bu duygularla, bugün genç kardeşimizi ifadesini almaya çağırırsanız gelir. Kim ifadeye çağırılmış da gitmemiş Allah aşkına? İfadeye çağırırsınız, gelir yani. Kapısına polisleri yığacaksınız, tutuklar gibi alacaksınız, getireceksiniz, efendime söyleyeyim ifade vermek için bekleteceksiniz. Bu zulüm nedir? Milletin evlatlarına bu yapılır mı? Peki bu yapılınca benim içim acımış mıdır? Acıtmıştır. Benim içim yanmış mıdır? Aynen bugün yandığı gibi, yanmıştır. Evet, ben de o panelde duygularımı dile getirdim. Peki ne dedim? “Bak Başsavcı, sana söylüyorum: Biz var ya senin evlatlarını bile -sana hiç faydamız olmaz, senin zihnin çürümüş de- senin evlatlarını bile bu muamelelerden kurtarmak için, seni yöneten aklı bu milletin zihninden söküp atacağız ki, senin evlatlarının kapısına birileri dayanmasın. Senin evlatlarını sabahın köründe evinden kimse almasın. Senin tıynetinin, senin aklının, senin zihninin içinden geçen yol ve yöntemleri, bu memleketin her ortamından söküp atacağız ki, senin dahi, senin bile yuvanın, ailenin, çocuklarının geleceğinin huzurunu temin edelim. Bizim derdimiz bu.” Bunun neresi tehdit? Bunun neresi hakaret?
“Bunun neresi tehdit ve hakaret?”
Ben, sizlerin, bu ülkede yaşayan herkesin, herkesin çoluğunun, çocuğunun geleceğinden kendini sorumlu gören birisi olmasam, 16 milyon insan, beni İstanbul Belediye Başkanı seçmez. 16 milyon insan, sandık yokken ortada, koşa koşa gidip ön seçimde oy kullanıp, “Ekrem İmamoğlu benim Cumhurbaşkanı adayım olsun” demez. Çünkü ben, o sorumluluğa sahip bir insanım.
İsteseniz de istemeseniz de sevmeniz de sevmezseniz de ben sizin evlatlarınızı seviyorum kardeşim. İster başsavcı olun, ister hakim olun, ister cumhurbaşkanı olun… Kim olursa olsun… Herkesin evlatlarını da torunlarını da seviyorum.
Bu ülkenin geleceği iyi bir gelecek olsun istiyorum. Bundan vazgeçmeyeceğim. Beni kimsenin çatık kaşları, kimsenin kötü sözleri, kimsenin vereceği kararlar, olumlu-olumsuz etkilemez.
Umurumda değil, umurumda değil. Biz, evden çıkarken, 6-6,5 sene önce helalleşerek yola çıktık. Her işin zorluğunun farkındayız. Helalleşmenin ne anlama geldiğini Türk milleti bilir. Bu bağlamda biz helalleşerek yola çıktık.
Peki bu konuşmayı ben yaptım. Bundan sonra ne oldu, Allah aşkına? Genel Başkan’ın yanında oturdum. Genel Başkanın ilk ifadesi şu oldu: “Ne kadar insani bir hareket olduğunu tebrik ederim, başkanım.” Oturdum, daha alkışlar bitmedi. Aradan bir-iki dakika geçmedi ki, oradaki yetkililerden biri gelip, cep telefonundan “Son dakika: İmamoğlu’na soruşturma açıldı” diye ekrandan bize soruşturmayı gösterdi. Dakika geçmedi! Soruyorum size, soruyorum: Sizlerin vicdanına, sizlerin adalet duygusuna ve Yüce Türk adaletine inanarak soruyorum.
Soruşturmayı başlatan savcı, Ekrem İmamoğlu’nun konuşmasını tesadüfen mi izlemiştir? Yoksa Ekrem İmamoğlu’nun konuşmalarını takip edip, “Ne yakalarsanız anında işlem yapın” diye bir talimatla mı hareket etmiştir?
İkincisi; soruşturmayı başlatan savcı, bu konuşmayı canlı dinlemesi dışında bir ihtimal olmadığına göre, canlı dinledi. Hangi sistemle dinledi, ben anlamam teknolojiden. Anında geri mi sardı? Bir daha dinledi mi? İkinci kez dinledi mi? Dinlemediyse, yani “Ben bir şeyi dinlediğimde anında karar verdim, hadi soruşturma aç, açalım” diyorsa, bu Yüce Türk yargısında bir savcının uygulamasında mümkün müdür? Bu yapılır mı, doğru mudur? Bunu da soruyorum.
“Söylenecek çok şey var ama…”
Üçüncüsü; canlı yayından değil de – ki dosyada var – WhatsApp’tan gönderilen bir ekran görüntüsünde, bir web sitesinden alıntı yapılarak biri, “Böyle bir haber var, hemen soruşturma başlatın” talimatı mı verdi? Eğer verildiyse, oradaki sayfada kesik biçimde yazılanlarla, benim söylediklerimin hiçbir alakası yoktur. Bu bakılmış mıdır? Bu doğrulanmış mıdır? O birkaç dakika içinde bu mümkün müdür? Bu soruşturma nasıl açılır? Ve yine saniyeler içerisinde bu soruşturmayı açan savcılık, hemen, saniyeler içinde, “Hadi bakalım bunu servis edelim” deyip, malum alfabenin ilk harfini rezil perişan eden o kanalda yayınlatmak için “Son dakika geçelim”.
O güzelim yirmi dokuz harfli alfabemizin ilk harfini rezil eden o kanalda yayınlansın diye hizmet, adalet adına, Yüce Türk yargısı adına anlamlı mı? Doğru mudur? Bunun adalete faydası var mıdır? Vallahi bilmiyorum Sayın Hakim.
Bilmiyorum yani. Var mı? Biz kurullar yaparız. Mesajla birisi dışarıya haber sızdırıyorsa, çok affedersiniz, kıçına tekmeyi vurur, atarız onu salondan yani. Böyle bir şey olur mu? Şak diye bir şey yollayalım hemen. Bir nefes alın bakalım. Ekrem İmamoğlu’na bir şey düşünüyorsanız, bunun bir de nefes almaya ihtiyacı var. Bu nasıl bir karar? Bu kararın duyurulması nasıl bir duyuru biçimi? Dolayısıyla ben bu dört soruyu size sormayı, kendi adıma değil, Yüce Türk yargısı adına, bu yargı sürecinin iyi işletilmesi adına sorma ihtiyacı gördüm.
Sayın Hakimim,
Çok söz söyleyebilirim. Söylenecek çok şey var ama bir memleket yöneticisi olarak, bu memleketin umutlarına umut katma sorumluluğu olan birisi olarak burada çok söz söylemek yerine doğruları söylemek ve doğruları anlatırken de sizlerin bunları en iyi şekilde idrak etmesini, bu kısa zaman diliminde sağlamakla mesul hissediyorum.
Düşünsenize; 17 yaşında üniversiteye giden bir gencin, 35 sene sonra diplomasını iptal ettiler. Bak, bak, gayretlere bak! 35 sene sonra diplomasını iptal et, tapusuna şerh koy, bilmem nesine şerh koy. Ailesinin 75 yıllık emeklerine zaptetme…
Bu millet kendini nasıl güvencede hissedecek? Kim güvenecek, kim sırtını yaslayacak? Pırlanta gibi çocukların, bebeklerin gözünün önünde kapıları kırar gibi açmak, bu uygulamayı yapmak kime katkı sağlar?
Kime faydası var? Soruyorum Yüce Türk yargısına. Kimin faydası var? Bir faydası varsa biri bana anlatsın, “Şöyle bir faydası var” desin. Ben de diyeceğim ki “Evet, yanındayım bu işin.” Böyle bir şey olur mu?
30 yıllık arkadaşım, 25 yıllık, 40 yıllık dostlarım… 20 yıl önce ortaklık yaptığım insanlar, 15 yıl önce birlikte iş yaptığım insanları adliyeye getirip, zorla ağzından Ekrem’le ilgili kötü bir söz arama girişiminin kime faydası var Allah aşkına? Kötü bir şey söylemiyorsa da hapse atılmasının kime faydası var? 12-13 yıldır görmediğim bir insanı zorladık, ağzından da bir şey almadık… Hapse atılmasının kime faydası var? Beylikdüzü’ndeki komşularım, yan yana iş yaptığım insanlar… Bunları ifade almak için çağırıp, “Avukatınla gelme, gel bir sohbet edelim” diyerek çağırmak kime fayda sağlar?
Bunlar kişilerin kendi beyanlarıdır, uydurma bir şey söylemiyorum. Dedikodu üzerinden konuşmam. Dedikoduya girersem sabaha kadar anlatırım. Neler anlatırım neler? Benim her şeyim aleni.
Ben millete şeffaflık sözü vermiş birisiyim. Hayatım bugüne kadar da şeffaftı, bundan sonra da şeffaf olacak. Mücadelem de şeffaf olacak. Onun için haksızlık, hukuksuzluk yapanlarla ilgili elbette yargı huzurunda hayat boyu mücadelemi vereceğim. Hayat boyu.
Tebliğ yapmadan annemin, babamın yazlığının kapısına dayanmak kimin aklı? Babamın kapısına dayanmak kimin aklı? Kırıyorsunuz kapısını, açamıyorsunuz; sonra çilingir bulup kapısını açmak kimin aklı? Benim babamı arasanız, biri dese ki “Yargı beni arıyor”, üç saatte gider yazlığına, kapısını jandarmaya kendi açar. Benim güzel jandarmamı, canım ciğerim polisimi bu yanlış işlere alet etmek, kimin aklı? Ne yapılmaya çalışılıyor? Nedir bu? Hangi suçtan bahsediyorsunuz? Böyle bir anlayış olmaz.
Sayın Hakimim,
Yazıktır, günahtır. Bu milletin geleceğine yazıktır. 300 tane gence yazıktır. Sayın Hakimim, Sayın Savcı, değerli üyeler; her birinizin evlatları var, çocukları var. Anneleri, babaları var. Onun için memleket ve millet adına karar vermek için burada olduğunuzu biliyor ve buna inanmak istiyorum. Tabii hakkımda “Tehdit etti” diyorsunuz. Ben kimi tehdit ettim? Bunun neresinde tehdit var? Ben, “Senin evlatlarının teminatı olacağım” diyorum. Ben, “Senin geleceğinin teminatı olacağım” diyorum. Ve olacağım da göreceksiniz.
Bu milletin iradesiyle, bu milletin sahip çıkmasıyla ben, bu milletin geleceğinin teminatı olacağım. Buradan ant içiyorum. Bu milletin evlatlarının birini bile dışarıda bırakmadan; etnik kökenine, yaşam biçimine, giyimine kuşamına, yuvasının geçmişine bakmadan, her birinin teminatı olacak bir sistemi; adalet devrimini, demokrasi devrimini bu topraklara ben ve arkadaşlarım getireceğiz. Buradan ant içiyorum, söz veriyorum. Milletimin huzurunda, hem de adaletin huzurunda söz veriyorum.
Tehdit mi? Hadi oradan! Ne tehdidi? Kimi tehdit ettim? Ben hayatımda kavga etmedim, onu söyleyeyim. Ne dayak attım ne de dayak yedim. Bana dayak atan da olmaz, olamaz. Ben kimseye dayak atmadım. Diyorlar ki, “Nasıl başardın?” Babam bile diyor bana, “Sen nasıl başardın?” Dedim ki: “Öyleyim ben. Ben öyle biriyim.” Barıştırırım yani insanları. Hiç merak etmeyin.
O bakımdan tehditmiş, husumetmiş; benim hayatımda bir şey yok. Olmadı da. Gidin isterseniz köydeki çocuklar, arkadaşlarıma sorsunlar. Savcı karar çıkarsın, köydeki çocukluk arkadaşıma sorsunlar. Desinler ki, “Ekrem kavga mı ederdi? Sizi barıştırır, takımlar kurar maç mı yaptırırdı?” O yüzden tehditmiş, husumetmiş, kin tutmakmış, ihtirasmış… Birinin hakkında kötü düşünmek… Ben kıskançlık bile taşımam. O kadar iddialıyım. Kıskanmam.
“Biri beni kıskanıyormuş Ankara’da”
Biri beni kıskanıyormuş Ankara’da… Bana ne? Ben kimseyi kıskanmıyorum ki. Ama şunu kıskanıyorum kardeşim: Milletim adına, milletime zulüm yapmak için gücünü kullanan, ekonomisiyle ya da iradesiyle milletimin iradesini yok sayıp, milletimin bu coğrafyadaki varlığını tehdide düşüren milletleri kıskanıyorum. Onları geçmek için kararlıyım. O Ruhumda var. Onu da milletimiz görecek.
Onun için bana, ‘Tehdit suçu işlemiş…’ Yok yahu! Ne zaman okudu, ne zaman dinledi de beni tehdit suçuyla suçladı? Kamu görevlisine alenen hakaret… Bu neresi hakaret Allah aşkına? Bu ifade özgürlüğü. Aynı zamanda görüşümü, eleştirimi yapıyorum. Kime? Sistemi yöneten, kararları alan, süreçleri başlatan, kurumun başındaki kişiye. Kime yapacağım yani? Sarı Çizmeli Mehmet Ağa’ya mı konuşacağım? Oturup da çöp tenekesine mi konuşayım? Görevi bu! Bakan yardımcısıydı, şimdi Başsavcı oldu. Yarın ne olur, umurumda değil. Ama görevi o. Sorumluluk alanı o.
Orada olan biten her şeyi ben kime eleştireceğim? Kaldı ki kendisiyle haftalardır, “Görüşelim, bakın İstanbul’la ilgili düşüncelerim var” diyerek arattıran, arayan kişiyim. Hâlâ verirse randevuyu, görüşürüz. Sorun yok. Ama veremedi. Akıl okumak istemem ama aklıma ne geliyor biliyor musunuz? “Acaba neden vermedi?” Haftalarca neden randevu vermedi? Merak ediyorum. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, adliyelerin en çok hizmetini gören kurumdur. Araçları, gereçleri, temizlikleri, bakımları… Her şeyini yapar. Tek bir dirhemini geri çekmiş değiliz. Ne haddimize?
Milletin kurumları, milletin kurumlarına hizmet eder. Kişisel husumeti kafaya takacak adam mıyım ben? Bu nedenle beni iyi dinlemenizi ve iyi anlamanızı istiyorum. Ne hakareti? Ben ifade özgürlüğümle eleştirimi yaptım. Eleştirimi yaparken de onu dahi ailesiyle birlikte koruma konusunda yarınlarda teminat olma kararlılığımı ortaya koydum.
Terörle mücadelede yer almış kişileri hedef gösterme suçu, falan filan… Yeter yahu! Ekrem ve terör… Beni terörle yan yana getirecek kişinin alnını karışlarım. Bu kadar net. Alnını karışlarım! Terör ve Ekrem… Onu diyen kişi aynaya baksın!
Ben, bu memleketin vatan evladıyım. Bana bakan ne görür biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni görür. Türk Bayrağı’nı görür. Mustafa Kemal Atatürk’ü görür.
Ben öyle biriyim. Kimse kendisiyle karıştırmasın. Terörle beni yan yana getirecekmiş… Haddini bilecek! Ekrem İmamoğlu ve terör…
Ne oldu? “Beş yüz, altı yüz terörist var!” Ne oldu? “Terörist” dedikleri, benden önceki atanmış vali, kayyum, benden önce bilmem kim… Alındıktan sonra hop, kapattılar dosyayı. Sonra ne dedi o kişi? “Siyaseten söyledim” dedi. Siyaseten milleti terörle yaftalar mısınız ya? Her evde şehit var, gazi var bu ülkede. Bu nasıl bir ahlak? Bu nasıl bir bakış açısı? “Ekrem’le ilgili bir şey mi var? Terör de ekle oraya. Olur ya, bir şey olur…” Bu yaklaşımı şiddetle reddediyorum Sayın Hakimim. Şiddetle reddediyorum.
Bunu yazanın aklında başka şeyler vardır. İnanmıyorum bu iddianameye. Kötü niyetle yazılmıştır.
Ekrem İmamoğlu ile terörü yan yana koymak, kötü niyetin ürünüdür. Ve bunu Sayın Hakime, tüm üyelere nakşederek söylüyorum: Ayıptır, yazıktır, günahtır! Terörle Ekrem’i yan yana koymak… Hadi oradan!
Bu üç suçlamayla ilgili de fikrim nettir. Yüce Türk yargısına elbette kendimi emanet ediyorum. Ancak bu sürecin anlamlı olmadığını, doğru bir soruşturma süreci olmadığını, kötü bir hazırlık olduğunu; saniyeler içinde soruşturmaya dönüştürüldüğünü, ifadelerin dahi incelenmediğini görüyorum. Kötü niyetle yazıldığını düşünmek istemem. Ama hangi niyetle yazıldığını elbette inceleyeceğim, takip edeceğim. Bu manada yapılan üç isnadın hiçbirini kabul etmiyorum. Evet, eleştiriyorum. Aynı cümleleri yine kurarım. Yarınlarda demokrasi devrimini, adalet devrimini bu topraklara getirmeyi kararlı bir şekilde hedefleyen; hukukun üstünlüğünü, güçler ayrılığını, milletin iradesinin egemen olmasını savunan biri olarak söylüyorum:
Evet, bana bu kötülüğü kim yaparsa yapsın, onların evlatlarının bile güzel hayatlarının teminatı olacağım.

Bugün üç Türkiye’ye uyandık. İstanbul’da İmamoğlu yargılanıyor, Diyarbakır DEM Parti’nin “Dünden umutluyuz” yorumunu anlamaya çalışıyor, Antalya’da Cumhurbaşkanı Erdoğan uluslararası siyaset yapıyordu. (Foto: CHP milletvekillerinin ANKA Ajansına iletisi.)
Bugün 11 Nisan Cuma. Bugün üç Türkiye’ye uyandık.
İstanbul’da Ekrem İmamoğlu yargılanıyor. İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’e hakaret suçlamasıyla karşısına, Ergenekon-Balyoz davalarındaki kötü şöhretiyle Silivri Cezaevi mahkemesinde çıkıyor. Çağlayan Adliyesinde yapılacak duruşmaya kitlelerin akın edeceği endişesi var belli. Duruşma 16 Haziran’a ertelendi; Erdoğan’a karşı “İstanbul’u üç kez kazandığım için tutukluyum” diyen İmamoğlu en azından iki ay daha hapiste tutulacak.
CHP lideri Özgür Özel oradaydı. Dün akşam 10 Nisan akşamı Ankara’da Çağdaş Gazeteciler Derneğinin yılın gazetecileri ödül törenindeydi. Timur Soykan’a ödülünü o verecekti ama Soykan o sabah, bir başka yolsuzluk avcısı gazeteci Murat Ağırel’le birlikte evinden gözaltına alınmıştı. Üstelik öğle saatlerinde savcıyla ifade vermek üzere randevulaştıkları halde. Gece yarısını geçe yurtdışı çıkış yasağıyla serbest kaldılar.
Söylemek dahi üzüntü ve utanç veriyor ama gazeteci arkadaşlarımızın, kalbinden rahatsız Mahir Polat’ın ev hapsine alınmasına sevinir olduk. İmamoğlu protestolarında gözaltına alınan gençlerin tutuksuz yargılanacak olmasına seviniyoruz.
CHP lideri Özel, İmamoğlu’nun gözaltına alındığı 19 Mart günü biriken tepkiyi kitle gösterileriyle “kuvveden fiile” geçirme refleksi göstermeseydi, bunların da olamayacağı kanısı yaygındır.
Kim “Bugün dünden umutlu”?
Gerçekten ne güzel olurdu hepimiz bugün dünden umutlu olsak işlerin düzeleceğine.
Ama en azından DEM Parti’nin 10 Nisan’daki yazılı açıklamasında “Bugün dünden umutluyuz” diyor. Nedeni, DEM Partinin PKK’nın kurucu lideri Abdullah Öcalan ile hükümetin özel izniyle görüşen çekirdek üyeleri Sırrı Süreyya Önder ve Pervin Buldan’ın Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından kabulünü “Çok çok olumlu” bulmaları.
Görüşmeye MİT Başkanı İbrahim Kalın ile katılan, 2012-2015 PKK diyalogu sürecinin İçişleri Bakanı Efkan Ala, PKK’nın artık Öcalan’ın -MHP lideri Devlet Bahçeli’nin önerisiyle- “silah bırakma ve kendini fesih” çağrısının gereğini artık daha fazla gecikmeden yapmasını istiyor, bunu Nisan sonunda beklediğini söylüyor. Daha önce Bahçeli 4 Mayıs’ı önermiş, Kandil ise operasyonlar durmadan konferans toplayamayacaklarını söylemişlerdi; hepsi yıllardan terör suçlarından aranıyordu. Ayrıca PKK, Öcalan’ın örgütü 1978’de nasıl kurduysa öyle dağıtmasını, konferansı yönetmesini istiyordu.
Peki, Beştepe’de ne konuşulmuş, hangi garantiler alınıp verilmişti ki DEM Parti, bunun PKK’yı örgütü dağıtmaya ikna edeceğine inanıyordu? DEM Parti’nin Diyarbakır sokağını, Van sokağını da buna ikna etmesi gerekiyordu.
Ve Antalya Diplomasi Forumu
İstanbul ve Diyarbakır’da Türkiye bugün ayrı önceliklere uyanmışken Antalya da bir başka Türkiye’ye uyandı.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Antalya Diplomasi Forumunda (ADF). Rusya’nın Ukrayna savaşından bu yana hatırlanan Türkiye’nin jeopolitik ve jeostratejik önemini şu kadar devlet ve hükümet başkanı, bu kadar dışişleri bakanına anlatacak.
Daha bir gün önce ABD ve Rusya heyetleri İstanbul’da ikinci yumuşama görüşmelerini yaptı. Azerbaycan, Türkiye ve İsrail’in Suriye’de çatışmaması görüşmelerine ev sahipliği yaptı. Trump, Erdoğan’dan -hepsini henüz bilmediğimiz- çok şey bekliyor; kameralar önünde Netanyahu’yu fırçalayacak kadar.
Başka zaman ortalığı birbirine katacak Avrupa hükümetleri, o da CHP liderinin “Nerede dayanışmanız?” feryadı karşısında dostlar alışverişte görsün tepkisi verip sustular.
Belki de iyi oldu. Trump nasıl dünyaya ABD’nin makyajsız yüzünü gösterdiyse, Erdoğan sayesinde Türkiye’deki Batıcıl muhalifler de Avrupa’nın makyajsız yüzünü ve kimi durumlarda ikiyüzlülüğünü görüyor.
İç ve dış politika ayrılabilir mi?
Dünyanın her yerine jeopolitika öne çıktıkça hak ve özgürlüklerin teferruata dönüştüğünü elbette biliyor. İmamoğlu Vakasına dek Türkiye’nin dış siyasi ve ekonomik görünümünün bugünkünden çok daha iyi olduğunun farkında. Ama bu durum onu sinirlendirse de geri adım atmıyor; ‘iç politika dış politikamızı etkilemeyecek, zaten bunları dış güçler dış politikamızı etkilemek için yapıyorlar’ diye özetleyebileceğimiz bakış baskın geliyor. Uluslararası dengeler, Trump’ın bu tür liberal ayrıntılara zaten takılmaması, AB -Meclisleri değil- hükümetleri için önemli olanın Türkiye’nin yeni göç dalgasını tutup Rusya ve İran’a tampon olması düğmeye basma kararına yol açtı belki de.
Yanlış hesap İmamoğlu’nu sırf cumhurbaşkanlığında rakibi olmaması için devreden çıkarttığı algısının -Gezi’den çok farklı olarak- ana muhalefetin liderliğinde bu kadar tepki göstereceğinin, ekonominin bu kadar sert dalgalanacağının görülememesiydi.
İmamoğlu’nun diploması iptal edildi, hapse atıldı ama devreden çıkmadı, siyaset denkleminden düşmedi, tam tersine muhalif kitle gözünde değeri arttı. Mansur Yavaş da denklemden düşmedi. Dahası Özel de denkleme girdi.
Aynı filmi mi izliyoruz?
Erdoğan daha önce 2012-2015 sürecinde hem Kürt sorununu hem başkanlık sorununu eşzamanlı çözmeyi denedi. Sonucu biliyoruz: MHP iktidar destekçiliğine geçti, PKK’nın diyalogu bitirmesiyle müthiş bir çatışma dönemi daha yaşandı, 15 Temmuz darbe girişimi atmosferinde mevcut başkanlık sistemi geldi.
Bugün de benzeri bir durum var. PKK’nın silahsızlandırılması hedefiyle Erdoğan’ın Anaysa engeline rağmen yeniden aday olması ve seçilebilmesi çabaları iç içe geçmiş durumda. AK Parti ve MHP bunun yolunu CHP’yi yalnız bırakıp DEM’i yanına çekmekten geçtiğine karar vermiş görünüyor.
İleride Erdoğan çevresindeki birilerini bu yanlış hesaptan ve belki de iktidar kaybından sorumlu tutarsa şaşmamak gerek.

ABD ve Çin arasında tırmanan gerilim diğer ülkeler gibi Türkiye’nin de önüne zor bir tercih çıkarıyor: kurallar mı, jeopolitik mi? (Şekil: iStock)
ABD ile Çin arasındaki artan jeopolitik ve ekonomik gerilim, Soğuk Savaş sonrası kurulan Atlantik merkezli düzenin artık sürdürülemez hale geldiğini gösteriyor. Trump döneminde başlatılan “ticaret savaşları”, Biden yönetiminde daha sofistike ama aynı derecede agresif bir “stratejik rekabet” politikasına evrildi. Bu, sadece gümrük tarifeleri ve teknoloji transferleriyle sınırlı bir çekişme değil; küresel liderliğin, değerler sisteminin ve kurumsal yapının yeniden şekillenme sürecidir.
Çin hükümetinin son dönemde yayımladığı kapsamlı politika belgelerinde — ki bu belgeler Batı’nın tek taraflı ve tahakkümcü yaklaşımlarına karşı bir duruş manifestosu niteliğindedir — Pekin’in artık sadece oyun kurallarına uyan değil, o kuralları yeniden yazmak isteyen bir aktör haline geldiğini açıkça görüyoruz. Çin’in “kazan-kazan”, “çok taraflılık” ve “karşılıklı saygı” gibi kavramlara yaptığı vurgu, bir diplomatik koz olduğu kadar, yeni bir dünya düzenine çağrıdır.
Türkiye’nin tercihi denge mi, taraf mı?
Bu ikili mücadele, yalnızca Washington ve Pekin arasında yaşanan bir satranç değil. Türkiye gibi stratejik konumda bulunan hem NATO üyesi hem de Asya altyapı projelerine entegre olmaya çalışan ülkeler için çok katmanlı bir baskı unsuru yaratıyor.
ABD, “ya bizimlesin ya da karşımızda” yaklaşımıyla, müttefiklerinden açık bir hizalanma talep ediyor. Bu talebin diplomatik nezaketle ya da stratejik ortaklık kisvesi altında sunulması, özündeki zorlamayı gizlemiyor. Eğer Türkiye bir gün açıkça bu ikilemle karşı karşıya bırakılırsa — ve bu ihtimal, Trump’ın tekrar seçilmesiyle ciddi şekilde arttı — karar sadece diplomasi değil, ülkenin ekonomik bağımsızlığı, teknoloji güvenliği, savunma mimarisi ve toplumsal istikrarı üzerinde de belirleyici olacaktır.
Washington, uzun süredir Ankara’ya “önleyici angajman” politikasıyla yaklaşmakta. Bir dönem F-35 programından çıkarılmamız, CAATSA yaptırımları, ABD Kongresi’nin Türkiye’ye yönelik eleştirel duruşu ve PYD/YPG gibi güvenlik hassasiyetlerimizdeki farklılıklar bu yaklaşımın parçasıdır.
Kurallı ticaret mi, jeopolitik sarmal mı?
Çin hükümeti, “kurallı ticaret” ve “diyalog” vurgusunu sıkça yaparken, arka planda teknolojik üstünlük kurma, veri egemenliği sağlama, üretim zincirlerini kontrol etme ve küresel lojistik merkezleri kurma hedeflerini de ilerletiyor. “Kuşak ve Yol” girişimi, yalnızca bir altyapı projesi değil; Çin’in modern çağa uyarlanmış jeopolitik yayılma stratejisidir.
Bu bağlamda Çin, Türkiye gibi ülkeleri sadece bir ortak değil, aynı zamanda kendi normatif sistemine entegre etmek istediği bölgeler olarak da konumlandırıyor. Dünya Ticaret Örgütü kurallarına yapılan vurgu, gelişmekte olan ülkeleri ABD’ye karşı yanına çekme stratejisinin bir uzantısıdır.
Türkiye’nin bu sistemdeki rolü, yalnızca ithalat-ihracat dengesiyle değil; dijital altyapı tercihlerimizden enerji geçiş koridorlarına, askeri teknoloji yatırımlarımızdan eğitim diplomasisine kadar geniş bir alana yayılmaktadır.
Zor Soru: Türkiye’nin kendi yolu
ABD’nin Türkiye’ye yönelik baskısının artması halinde, kısa vadede şu risklerle karşılaşabiliriz:
• NATO içindeki pozisyonumuz tartışmaya açılabilir.
• Savunma sanayiine erişim ve teknoloji transferleri kısıtlanabilir.
• IMF ve Dünya Bankası gibi Batı merkezli finans kuruluşlarından fon akışı zorlaşabilir.
• Uluslararası yatırımcıların risk algısı artabilir.
• Türkiye’nin Batı’daki medya ve akademik imajı olumsuz etkilenebilir.
Ancak aynı senaryo, doğru yönetilirse fırsatlara da evrilebilir:
• Çin, Hindistan, Körfez ve Orta Asya ile yeni finansal ve lojistik işbirlikleri kurulabilir.
• Stratejik özerklik vurgusu, Türkiye’nin “dengeleyici aktör” imajını güçlendirebilir.
• Afrika, Latin Amerika ve Asya-Pasifik’te yeni pazarlar açılabilir.
• Yeni nesil serbest bölgelerle bölgesel üretim ve dağıtım üsleri oluşturulabilir.
Başkasının oyunu içinde düşünmek
Bugün Ankara’da karar vericiler, sadece kısa vadeli kazanımları değil, 10-20 yıl sonrasını şekillendirecek stratejik rotayı tayin etmek zorundalar. Eğer Türkiye, bu iki büyük gücün baskılarına karşı kendi yolunu inşa edebilirse, bu yalnızca ulusal bağımsızlık açısından değil, bölgesel liderlik açısından da tarihî bir adım olacaktır.
Unutulmamalıdır: Küresel satrançta en tehlikeli hamle, bir başkasının oyunu içinde düşünmektir.
Türkiye’nin ihtiyacı olan şey, hazır senaryolara girmek değil; kendi oyununun kurallarını yazmak ve o oyunu yönetecek kadroları, kurumları, vizyonu inşa etmektir. Asıl meydan okuma ülke içinde kucaklayıcı ve sürdürülebilir demokratik bir düzeni kurmak. İçeride güçlü değilseniz dışarıda da olamazsınız.
Ve o soru kaçınılmaz biçimde önümüzde duruyor:
“Bizimle misin, karşımızda mı?”
Türkiye’nin cevabı “Ben kendi yolumdayım” olmalı; “Ama herkesle konuşmaya, işbirliğine ve ortak geleceğe açık bir yoldayım.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Öcalan ile görüşen DEM Parti heyetini kabulüyle süreçte bir eşik daha aşıldı. Soldan sağa, MİT Başkanı Kalın, DEM Partili Önder, Erdoğan, DEM Partilli Buldan, AK Partili Ala. (Foto:Cumhurbaşkanlığı)
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan PKK’nın silahsızlandırılması planı çerçevesinde ilk kez bugün (10 Nisan) İmralı’da PKK’nın kurucu lideri Abdullah Öcalan ile temasta bulunan DEM Parti heyetiyle doğrudan görüştü. Cumhurbaşkanının Beştepe’deki makamında yapılan görüşmeye DEM Parti İstanbul Milletvekili ve TBMM Başkanvekili Sırrı Süreyya Önder ve DEM Parti Van Milletvekili Pervin Buldan’ın yanı sıra MİT Başkanı İbrahim Kalın ve AK Parti Başkanvekili Efkan Ala da katıldı.
Bu görüşmeyle Erdoğan, Ekim 2024’te MHP lideri Devlet Bahçeli tarafından başlatılan sürecin aktörleriyle ilk kez doğrudan muhatap olup süreçteki sorumluluğunu da öne çıkardı ve bir eşik daha aşıldı.
Önder 13.30’da başlayıp 1 saat 25 dakika sürdüğü bildirilen görüşme sonrası DEM Parti’dan yapılan yazılı açıklamada, görüşmenin “Son derece olumlu, yapıcı, verimli ve geleceğe dair umut verici bir atmosferde” gerçekleştiği, “Gelinen nokta itibarıyla, dünden daha umutlu” oldukları duyuruldu. (*)
Önder ve Buldan 2012-2015 arasında AK Parti hükümetiyle PKK arasındaki dolaylı diyalog sürecinde de rol oynamış ve 28 Şubat 2015’teki Dolmabahçe Deklarasyonunda yer almışlardı. O zaman Dolmabahçe toplantısında İçişleri Bakanı olarak bulunan Efkan Ala ise, bugünkü toplantıya dair NTV’ye yaptığı açıklamada “Nisan ayı sonu önemli bir adım görmeyi ümit ediyoruz” dedi.
DEM Parti ve PKK’ya süre mi?
Ala şunları söyledi:
• “Geldiğimiz bu aşamadan sonraki adım terör örgütünün kongresini yapıp, kendisini feshetmesidir. Kısa zamanda, çok uzun olmayan bir vadede bunun gerçekleşeceğini düşünüyorum.
• “Kısa zamanda bir takvim ortaya çıkmalı. Uzadıkça provokasyon ihtimalleri artar. Nisan ayı sonu önemli bir adım görmeyi ümit ediyoruz.
• “Tartışmaya mahal olacak bir durum yok. [Öcalan] Terör örgütünün ‘bütün unsurları’ diyor (…) bütün unsurlarıyla silah bırakması, silahlarını teslim etmesi ve kendini feshetmesi çağrısıdır. Net bir çağrıdır.”
Ala “bütün unsurları” vurgusuyla çağrının yalnızca Türkiye’deki PKK örgütlenmesinin kast edildiği yorumlarına karşı, Irak’ta, özellikle de Suriye’deki YPG ve SDG gibi örgütlenmelerinin de silah bırakma ve fesih sürecine dahil olması gerektiğini söylüyor.
PKK’dan “Çok uzun olmayan” vadede fesih kongresini yapma beklentisini dile getirmesi ve Nisan sonunda “önemli adım ümit ettiğini” söylemesi ise bir yerde Kandil’e “uzatmayın” mesajı yerine geçiyor.
PKK ise özellikle son on yıldır ABD desteği alan Suriye örgütlenmesinin geleceği için bir yandan ABD’ye bakıyor.
Bahçeli 4 Mayıs demişti
Bütün bu süreci başlatan MHP lideri Bahçeli, bir süre önce PKK’ya fesih kongresini 4 Mayıs’ta Muş’un Malazgirt ilçesinde yapması çağrısında bulunmuştu.
Bütün üst düzey kadroları yıllardır arama listelerinde bulunan PKK ise, kongreyi toplamama gerekçesi olarak TSK ve MİT operasyonlarının devam etmesini öne sürüyor. Kandil’in bir talebi de Kongreyi Öcalan’ın yönetmesi. Bu talep, geçtiğimiz Bayram Öcalan ile görüşen akrabası ve DEM Şanlıurfa Milletvekili Ömer Öcalan tarafından da dile getirilmişti.
Adalet Bakanı Yılmaz Tunç daha önce Öcalan’ın Kongreye canlı video konferansla bağlanmasının söz konusu olmadığını, yazılı irtibatın mümkün olduğunu söylemişti.
DEM Parti Eş Başkanı Tuncer Bakırhan ise son TBMM konuşmasında PKK’yı silahsızlandırma projesinde, militanların nasıl silah bırakıp, sonrasında ne olacağına dair belirsizlikleri de dile getirmişti.
Türkiye’deki sürece benzer bir şekilde ABD’deki Trump yönetimi de Gazze’de HAMAS’ı silahsızlandırıp yasal siyasete çekmeyi planlıyor.
(*) 10 Nisan 2025, saat 20:53’te güncellendi.

Gazeteciler Timur Soykan (solda) ve Murat Ağırel, bir kaç saat sonra savcıyla ifade vermek üzere randevuları olduğu halde şafak operasyonuyla evlerinden gözaltına alındı, bilgisayar ve telefonlarına el kondu.
Gazeteciler Timur Soykan ve Murat Ağırel bu sabah (10 Nisan) erken saatte İstanbul polisi tarafından evlerinden gözaltına alındı. Soykan ve Ağırel’in evlerinde arama yapıldığı, bilgisayar ve cep telefonlarına el konularak Vatan Caddesindeki İstanbul Emniyet Müdürlüğüne götürüldüğü bildiriliyor.
Soykan ve Ağırel’in avukatları Enes Ermaner, “X” hesabından, zaten bugün saat 13.00’de İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına ifade vermek üzere Adliye’ye gitmek üzere sözleştiklerini açıkladı.
Ermaner, “İfade için randevulaşan, kendi ifadeye geleceği bilinen kişiler hakkında gözaltı işlemi uygulanması hukuka aykırılık teşkil ettiği gibi açıkça Düşman Ceza Hukuku’nun uygulandığını göstermektedir” dedi. Avukat Ermaner, Ağırel’le 9 Nisan’da yaptıkları savcıyla randevu yazışmasını da yayınladı.
Ermaner, YetkinReport’a yaptığı açıklamada Soykan ve Ağırel’in bir başka soruşturma nedeniyle Siber Suçlar polislerince gözaltına alındığını ancak her iki dosyaya da aynı savcının baktığını, dolayısıyla iki gazetecinin de öğle saatlerinde ifade vermek üzere Adliye’ye geleceğini bildiğini söyledi.
Flash TV patronunun şikayeti
Yolsuzluk haberleriyle tanınan iki ödüllü gazetecinin, Flash TV’yi tartışmalı şekilde satın aldıktan sonra yasadışı bahis ve kara para akşama suçlamalarıyla tutuklanan Erkan Kork’un “tehdit ve şantaj” şikayetiyle gözaltına alındığı sorguları sırasında ortaya çıktı.
Gece yarısını geçe adli kontrol ve yurtdışına çıkış yasağı ile serbest bırakılan gazeteciler, yolsuzluk dosyalarının üzerine gitmeyi sürdüreceklerini söylediler. (*)
Timur Soykan ve Murat Ağırel, gazeteci meslektaşları Şule Aydın, Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu ile birlikte Rasim Ozan Kütahyalı krizi nedeniyle Halk TV’den ayrıldıktan sonra YouTube’da “Onlar TV” adıyla bağımsız habercilik yapmaya başlamışlardı.
(*) 11 Nisan 2025, saat 07:32’de güncellenmiştir.

Yıllardır ıbrıs Türk hükümetini tanımayan Türk devletleri 4 Nisan’da Semerkand’da yapılan AB-Orta Asya Zirvesinde Kıbrıs Rum Hükümetini tanıdı. Ankara sessiz kaldı.
İyi diplomasi sessizce yapılır derler. Ama bu kadarına da pes! Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan… Üçü birden, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni tanımak yerine Güney Kıbrıs’a büyükelçi atadı. Üstelik bu adımı atmadan önce ne Ankara’yı aradılar, ne Türk Devletleri Teşkilatına danıştılar. Ve Türkiye ne yaptı? Tuhaf bir diplomatik duruş sergiledi: Sustu.
Dışişleri Bakanlığı, büyükelçilik açılışlarını görmezden geldi. Açıkça söyleyelim: Türkiye’nin dış politikadaki bu suskunluğu, artık stratejik derinlik değil, diplomatik boşluk yaratıyor. Ankara, iç siyasette “cunta” tartışmasına anında cevap verirken, Orta Asya’dan yükselen bu kardeşlik fiyaskosuna tek bir kelime etmedi. Belki de artık dış politika, iç siyaset için kullanılan bir dekor. Kulislerde yüksek sesle bağırılırken, uluslararası arenada kulağını tıkayan bir tavır egemen.
AB’den 12 milyar Euroluk yardım
Oysa yaşananlar, öyle geçiştirilecek türden değil. Üç kardeş ülke, Türk Devletleri Teşkilatı’nın temel ilkelerini çiğneyerek Kıbrıs Türk halkını yok saydı. Avrupa Birliği’nin 12 milyar Euro’luk yatırım paketiyle gelen bu yeni diplomatik açılım, Türk dünyası idealiyle çarpıştı ve kazanan, ne yazık ki Brüksel oldu.
Semerkand’da düzenlenen AB-Orta Asya Zirvesinde, 541 ve 550 sayılı BM kararlarına açık destek vererek KKTC’nin “tanınmaması” çağrısını yineledi. Karşılığında ise ekonomik yardım paketlerini açtı. Türkiye’nin 40 yıldır yürüttüğü Kıbrıs diplomasisi böylece para karşılığı bypass edildi. Sadece diplomatik değil, stratejik bir ihanet yaşandı. Ve biz, Orta Asya’daki kardeşlerimizden değil, Avrupa’dan öğrendik ki, “kardeşlik” artık yatırım belgelerinin dipnotlarında geçiyor.
Zirvenin sonuç bildirgesindeki şu madde her şeyi özetliyordu:
“BM’nin ilgili kararlarına sadakatimizi teyit ederiz.”
Yani açıkça deniyor ki: “KKTC’yi tanımıyoruz ve tanımayacağız.” Bu imzayı atanlar kim? Türk Devletleri Teşkilatı (TDT) üyesi Kazakistan ve Özbekistan ile KKTC gibi “gözlemci” statüde olan Türkmenistan. Daha dün Nevruz’da aynı ateşin etrafında halay çektiğimiz kardeşlerimiz!
Türk kardeşler Rumları tanırken…
Türkiye bu gelişmelere nasıl tepki verdi?
Tekrarlayalım, cevap net: Vermedi.
Dışişleri Bakanı Hakan Fidan sessizliğe gömüldü. Cumhurbaşkanlığı’ndan açıklama yok. TDT Aksakallar Konseyi Başkanı Binali Yıldırım’dan çıt çıkmadı. Ama muhalefet lideri Özgür Özel’in “cunta düzeni” eleştirisine cevap anında geldi. “Haddini bil!” dendi.
Bu tablo bize bir şeyi gösterdi: Türkiye’nin dış politikası artık içerideki tartışmaların gölgesinde, diplomatik reflekslerden yoksun hale geldi.
Üstelik bu süreçte KKTC yalnız bırakıldı. 2022’de Türk Devletleri Teşkilatı’na gözlemci üye yapılan KKTC, 2023’teki Astana Zirvesi’ne davet edilmedi. Şimdi de üç kardeş devlet, Güney Kıbrıs’ta büyükelçilik açtı. Bu, KKTC’nin sistemli biçimde yalnızlaştırılmasıdır. Dahası, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının çöküşüdür.
Muhalefet bu tabloya “diplomatik fiyasko” diyerek tepki gösterdi. Ama iktidar medyası, yaşananları “önemsiz geçici gelişmeler” diye yorumladı. İktidarın refleksi ise, içeride slogan üretip dışarıda susmaktan ibaretti. Kamuoyundaki büyük soru hâlâ geçerliliğini koruyor: “Hükümet ne yapıyor?”
Haritalar büyürken gönüller daraldı
Türkiye uzun süredir dış politikayı “gönül coğrafyası” edebiyatıyla yürütüyor. Ama gönüller daraldı. Haritalar büyürken Türkiye’nin yalnızlığı derinleşti. Oruç Reis, Fatih, Abdülhamid Han gemileriyle Mavi Vatan edebiyatı yapılıyordu bir zamanlar. Şimdi bu gemiler Somali açıklarında. Çünkü Türkiye artık Doğu Akdeniz’de yok. Kıbrıs’ta yok. Masada da yok.
Suriye bile Güney Kıbrıs’la diplomatik ilişki kurdu. Şam’da Güney Kıbrıs bayrağı göndere çekildi. Ve Türkiye’nin “stratejik ortağı” olan Türk devletleri bu gelişmeleri sessizce izledi. Türkiye ise içeride muhalefete laf yetiştirmekle meşguldü.
Oysa Türkiye, Türk Devletleri Teşkilatı’na yıllarca öncülük etti. Ortak alfabe çalışmaları, tarih kitapları, Orhun Süreci, Nevruz kutlamaları… Hepsi büyük vizyonlardı. Ama vizyon, yatırım sözleşmelerinin karşısında dayanamadı. Brüksel kazandı, Ankara izledi.
KKTC’de hayal kırıklığı
Kıbrıs Türk halkı, bir kez daha yalnız bırakıldığını gördü. Rum-Yunan ekseni değil, bu kez “kardeş devletler” sırtını döndü. KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, daha geçen ay BM gözetimindeki Cenevre görüşmelerinde “İki devletli çözüm tek çıkış yoludur” diye tekrarlamış, görüşmelerin Temmuz ayında devamına karar verilmişti. Ama o çözüm modeli, AB’nin yatırım dosyasında silindi. Ve Tatar’ı destekleyen Ankara, bu gelişmeye göz yumdu. Meclis kararları alınmadı, diplomatik girişimler yapılmadı.

Kıbrıs Türk halkı da tepkilerini sokağa döküyor. Fotoğraf 8 Nisan’da laik eğitim için Lefkoşa’da yapılan öğretmenler yürüyüşünden.
KKTC’nin yalnızlığı sadece coğrafi değil, psikolojik bir yalnızlıktır artık. 1983’te ilan edilen bağımsızlık, 2025’te diplomatik yalnızlığa dönüştü. Sormak gerekir: “Eğer Türkiye bile bu yalnızlığı görmezden geliyorsa, kim KKTC’ye sahip çıkacak?”
Orta vadede ne beklenmeli?
Bu diplomatik krizin etkileri sadece bugünü değil, yarını da etkileyecek. Türk Devletleri Teşkilatı’nın birlik ruhu sarsıldı. Üye devletler, Brüksel’in ekonomik tekliflerine teslim oldular. Bu kırılma, Türkiye’nin Orta Asya’daki gücünü zayıflatacak. AB, Türk dünyasına yalnızca yatırım değil, yön de veriyor. Türkiye ise pasif bir izleyici.
Türkiye bu süreci tersine çevirmek istiyorsa, artık açık konuşmalı. “Bu büyükelçilik adımları kardeşlik ruhuna aykırıdır” demeli. Azerbaycan gibi sadık müttefiklerle yeni diplomatik hatlar kurmalı. KKTC’nin tanınmasını gündeme getirmeli. Ama her şeyden önce, dış politikayı iç politikadan bağımsızlaştırmalı.
Dış politika iç siyasetin posteri değildir. Diplomatik refleks, muhalefete laf yetiştirmek değil, ulusal çıkarları korumakla mümkündür. Bu refleks kaybedildiğinde, Türkiye yalnızlaşır. KKTC yalnızlaşır. Kardeşlik sadece şarkılarda kalır.
Boğulan sadece kardeşlik değil
Bu sadece diplomatik bir başarısızlık değildir. Bu bir vizyon çöküşüdür. Onlarca yıllık politikaya ihanettir. Türkiye’nin bölgesel liderlik iddiasının temelinde bir kırılma.
Ve en kötüsü de, kendi kendini yaralamış olmasıdır.
Kardeşlik Doğu Akdeniz’de boğuldu -düşmanlar harekete geçtiği için değil, dostlar yüz çevirdiği ve Türkiye hiçbir şey söylemediği için.
Ve bir gün tarih yazıldığında şöyle diyebilir: “Bir zamanlar Türk birliğinin mimarı olan Türkiye, hayallerinin sessizce dalgaların altında kayboluşunu izlerken kendini her cephede yalnız buldu.”

Trump’ın gümrük vergileri hamlesi sürer, içeride siyasi gerilim azalmazsa Türkiye’de risk primi, faiz ve döviz üzerinde baskı artabilir.
Trump hazretleri kuyuya taş attı yine. Bu seferki bayağı büyük. Gümrük vergisi savaşları başladı. Ortalık toz duman. ‘Yabancı savcı istiyoruz’ pankartına yol açan siyasi gelişmeler sürüyorken bir de üzerine bu geldi. Hadi biz şaşırmazsak şaşıran bir ülkenin çocuklarıyız; dünyanın en sakin ülkelerinden biri olan İsviçre’ye de bu yapılır mı? Biz burada “bugün acaba neden heyecan verici bir gelişme yok; hayırdır inşallah” diyemeden yaşarken, onlar “hayret, ne olmaktadır” moduna girdiler.
Erol Taymaz, YetkinReport’ta 5 Nisan Cumartesi günü ABD’nin ortalığı sarsan yeni gümrük vergilerinin hesaplanmasında kullanılan yöntemi ele alıyordu: tam anlamıyla evlere şenlik. Güven Sak aynı yöntemi Türkiye kullansaydı ne olur diye merak etmiş. Henüz kaleme almadı sanıyorum; spoiler olacak ama olsun. En yüksek gümrük vergisini Nauru’ya (yüzde 99) sonra da Faroe Adaları’na (yüzde 97) koymamız gerekiyormuş. Hadi, Faroe Adaları’nı -bir ara futbolda milli futbol takımımız onlara yenildiği için, duymuştum da Nauru nere? Vatikan ile Monako’dan sonra, 23 km kare yüzölçümü ile dünyanın en küçük üçüncü ülkesiymiş. Orta Pasifik’te bir adaymış.
ABD-Çin zıtlaşması nereye varacak?
Peşi sıra ilginç değerlendirmeler çıkıyor dünya basınında. Financial Times’da Martin Wolf, ‘mutlak çılgınlık’ ve ‘gülünç’ gibi benzetmeler yapmış. ‘Dünyanın geri kalanıyla savaş’ da demiş. En önemlisi şu: Korkunç bir belirsizlik oluştu. Diğer ülkeler ne yapacaklar? Hangileri pazarlığa yanaşacak? Her biriye pazarlık süreci ne kadar sürecek. Cumhuriyetçilerin ve büyük destekçisi dolar milyarderlerinin bir kısmını oldukça kızdıran vergilerin geri alınması söz konusu olur mu? Çin hemen karşılık verdi? 8 Nisan günü ABD, Çin’in karşı hamlesi üzerine Çin’e getirdiği ek vergiyi yükselttiğini açıkladı.
Gümrük vergisi savaşlarının sonu ne olacak? ABD’ye ithal edilen sanayi ürünlerinin çoğu çok sayıda ülkeden ve dolayısıyla farklı gümrük vergilerine tabi ülkelerden ithal edilen parçalardan oluşuyor. Hesaplama nasıl yapılacak?
Sorular bunlarla da bitmiyor. ABD ekonomisinde büyümenin darbe alacağı konusunda -gümrük vergilerini getiren sivri akıllılar dışında, hemen herkes hemfikir. Bu yılın ikinci yarısında resesyon beleyişleri arttı. İşsizliğin yükselmesi bekleniyor. ABD Merkez Bankasının (Fed’in) iki ana amacı var. Enflasyon ve işsizlikle mücadele. Bu durumda politika faizini hemen düşürmeye başlayacak mı?
Gümrük vergisi ve enflasyon
Ama ya enflasyon? Gümrük vergilerinin en azından iki yolla enflasyonu yükseltmesi bekleniyor. Birincisi, daha yüksek gümrük vergisi, ABD’de satılan malların fiyatlarını yukarıya çekecek. Ne kadar yükselteceği, ithal edenlerin artan maliyetlerini ne ölçüde tüketicilere yansıtacaklarına bağlı. Bu, tek seferlik bir fiyat artışı olmayacak. Çok sayıda malın fiyatı yükseleceği için, dinamik bir süreç başlayacak ve enflasyon yükselecek. İkincisi, gümrük duvarlarının yükselmesi, ithal ürünlerle aynı ya da benzer ürünleri üretenlerin daha fazla korunması demek. Daha az rekabet, onlara kâr marjlarını artırma fırsatı verebilir. Enflasyon bir de bu nedenle yükselebilir.
Bu durumda Fed’in işi zorlaşıyor. Bir yandan işsizlik beklendiği gibi yükselme eğilimine girecekse faizi düşürmesi gerekiyor. Öte yandan enflasyon yükseleceği için de artırması. Yok, Fed’in işi zorlaştı diye dertlenmiyorum. Bu, küresel finansal piyasalarda belirsizliğin daha da yükselmesi demek. Derdim, sadece benim değil hepimizin, tam da burada burada başlıyor. Yine dış basında kısa bir tur atınca hemen dikkat çeken şu: Fed’in hızla faiz indireceğini düşünenler var, özellikle de finans dünyasından bu düşünce sahipleri. Tersine, Fed’in faiz düşürmek bir yana faiz artırmak zorunda kalacağını dile getirenler de var. Bazı eski Fed ekonomistleri en azından faizin toz duman azalan kadar sabit tutulması gerektiğini söylüyorlar.
“Korku endeksi” devrede
Belirsizlik had safhada olunca, ‘korku endeksi’ olarak adlandırılan ve finansal piyasalardaki gerginliği ölçen VIX endeksi de sıçradı. Öyle ki, geldiği düzey küresel kriz ve pandemide görülen rekorlarla boy ölçüşür halde. Bu endeks en yüksek 100 değerini alıyor. Yükselmesi gerginliğin artması anlamına geliyor. Küresel krizdeki zirve değeri 80,9’du (20 Kasım 2008). Pandemide ise 82,7’ye kadar yükseldi (16 Mart 2020). 8 Nisan’ı 52,3 ile kapattı; birinci ve ikinci en yüksek değerlerden sonraki en yüksek üçüncü VIX ölçümü. Bu yılın başında 17,9, 13 Şubat günü ise 15,1 düzeyindeydi. Kısacası, 52,6 ürkütücü bir düzey; şekilden de anlaşılabileceği gibi.
Bizim gibi ülkelerin ekonomi politikaları iyi de olsa, siyasette bir karışıklık yaşamasalar da mali varlıklarına yönelik talep bıçak gibi kesilebilir. Tıpkı VIX’in 80,9’a sıçradığı küresel krizin ilk başlarında olduğu gibi. Dışarıdan sermaye hareketleri yoluyla giren dövizin azalması, daha önce ülkeye gelenin de çıkması beklenir. Sonucu, risk priminde ve dolayısıyla yabancı para cinsinden borçlanma maliyetinde sıçramadır. Elbette bu gelişmeler finansal gerginliklerin ne kadar süreceğine bağlı. Ama bunca belirsizlik varken, toz dumanın hemen kalkmasını beklemek de biraz fazla iyimserlik olur.
Faiz ve döviz üzerinde baskı
Dolayısıyla, bu gelişmelerin Türkiye’de döviz kuruna yukarıya doğru baskı oluşturması söz konusu. Elbette döviz kurunu etkileyecek başka unsurlar da yaşanıyor. Artan resesyon olasılığı nedeniyle ham petrol fiyatları düşüyor. Brent ham petrolünün varili 2025 başında 76,1 dolardı. 8 Nisan günü 62,8 dolara kadar düştü. Ham petrol ithalatçısı Türkiye’nin ithalat faturasını azaltacak bir gelişme. Dolayısıyla döviz ihtiyacını da. Kura baskıyı azaltır mı?
Ama döviz kuru üzerine bir de ‘yabancı savcı istiyoruz’ pankartını tetikleyen gelişmelerin önemli bir etkisi var. Trump hazretleri dünyayı sarsmadan önce Merkez Bankası’nın 40 milyar dolara ulaştığı söylenen döviz rezervindeki azalmaya ve politika faizini olağanüstü PPK toplantısı sonucunda yüzde 46’ya yükseltmesine rağmen dolar kuru yüzde 3,5 oranında yükselmişti. Hem yabancı çıkışı nedeniyle hem de yerleşiklerin artan döviz talebi nedeniyle.
Dolayısıyla, küresel piyasalardaki gelişmeler sürdüğü sürece ve bizdeki siyasi gerginlik de yatışmazsa, yurtiçi faiz, risk primi ve döviz kuru üzerindeki (yukarıya doğru) baskının sürmesi beklenir. İyi haber değil. Buraya kadar belirttiklerimden Türkiye açısından tek olumlu gelişme petrol fiyatlarındaki gelişme gibi görünüyor.
Düşen petrol fiyatları
Ama -evet yine bir ama var, petrol fiyatlarındaki düşüşün arkasındaki nedeni unutmamak gerekiyor. ABD’de resesyon tehlikesi var. Sadece ABD’de de değil üstelik. Gümrük vergisi savaşları nedeniyle küresel büyüme düşecek. Benzetmek gibi olmasın ama küresel finansal krizde çoğu ülkenin ekonomisi küçülmüştü. Krizin tam anlamıyla patlak vermesinden birkaç ay önce, Temmuz 2008’in ilk günlerinde Brent varil fiyatı 144 dolardı. Aralık 2008’in sonuna gelindiğinde ise 34 dolara kadar düşmüştü. Dolayısıyla “düşüyorum ama bir de bana sor neden düşüyorum” durumu söz konusu.
Peki, bize en düşük ek gümrük vergisinin uygulanmasının hiç mi avantajı olmayacak? Türkiye için bir fırsat mı bu? Şimdilik öyle görünmüyor. Birkaç nedenle. Birincisi, ABD’ye doğrudan daha fazla ihracat yapabilecek miyiz? Mevcut kapasitemizle ne kadar? Girişimcilerimiz, başka ülkelerin sattıklarının bir kısmını üretmek için yeni tesisler kurarlar mı? Bu belirsizlikte? Hadi olabilir, diyelim. Ama Trump orada duruyor. ABD’ye ihracatımız artar ve ABD’nin bize karşı dış ticaret açığı oluşursa, bize neden ek gümrük vergisi getirmesin? O zaman yeni kurulan tesisler ne olacak?
Haberler iyi değil
İkincisi, yüksek gümrük vergisi ile ‘ödüllendirilen’ ülkeler üretim tesislerinin bir kısmını Türkiye’ye taşıyıp, Türkiye’den ABD’ye mal satabilirler mi? Bu belirsizlik ortamında neden böyle bir karar alsınlar? Pazarlıklar yeni başlıyor daha. Ayrıca, Türkiye’ye taşınan tesiste üretilen mallar Türkiye’de üretilmiş mi sayılacak yoksa tesisini taşıyan ülkenin malı mı?
Geçmişte tesisisin taşındığı değil de tesisini taşıyan ülkelerin üretimi sayılan uygulamalardan bahsediliyor ve bu konuda ABD’nin ilgili kurumlarının karar verme serbestisine atıf yapılıyor. İyimser olayım; Türkiye’de üretilmiş sayılsın: Az önceki soru yine geçerli. ABD’nin Türkiye’ye karşı dış ticaret açığı arttığında ek vergi gelmeyecek mi? Dolayısıyla orada da büyük belirsizlik var.
Üçüncüsü, sıcak sermayenin bile ‘yabancı savcı isteriz’ pankartına yol açan siyasi gelişmelerden ürküp kaçtığı bir ülkeye, tesisini taşıyacak ya da yeni de tesis kuracak doğrudan yabancı yatırımcı gelir mi? Bütün bunlar alt alta toplandığında Türkiye için olsa olsa ‘potansiyel’ bir fırsattan söz edilebilir. ‘Mevcut hava koşulları altında’ bu potansiyelin işler hale gelmesi çok zor görünüyor. Bir de şu var elbette: İhracatımızın yarıya yakını Avrupa Birliği ülkelerine. Bu savaştan hasar alarak çıkarlarsa, ekonomileri zayıflayacak. Onlara ihracatımız olumsuz etkilenecek.

İklim Kanunu teklifi, modern bir çevre yönetimi olarak yorumlanabilir ama insan-doğa ilişkisinin ileriye doğru dönüşümünü içermiyor. Teklif, görüşmelerin başladığı 8 Nisan’da TBMM’de CHP, DEM, TİP ve EMEP milletvekilleriyle bir grup çevre aktivisti tarafından eleştirildi.
Türkiye, ilk İklim Kanunu teklifiyle “net sıfır emisyon” hedefini yasallaştırmayı ve iklim krizine karşı sistematik adımlar atmayı vadediyor. Şehirlerin iklim dirençlerinin artırılması, emisyonların yönetilmesi, yeşil finansman mekanizmaları, su ve gıda güvenliğinin sağlanması gibi birçok başlık, teknik düzeyde oldukça kapsamlı görünüyor. Ancak Türkiye’nin ilk iklim kanunu olacak bu metin, Antroposen çağın (insan çağının) gerektirdiği, insan-doğa ilişkisine bütüncül ve dönüştürücü bakış açısından ne kadar ileride?
Bir hukuk metninin biçimsel kapsamı, onun ruhunu belirlemiyor. Kanunun odaklandığı “yeşil büyüme” ve “emisyon ticareti” gibi kavramlar, iklim krizini sistemin dışında konumlandırarak teknik çözümlerle kontrol edilebilir bir sorun gibi sunuyor. Oysa biliyoruz ki iklim krizi, insan-doğa ilişkisinin ve kapitalist üretim biçiminin doğrudan sonucu. Bu kriz, sadece karbon hesaplarıyla yönetilebilecek bir “veri problemi” değil; siyasi, kültürel ve etik temelleri olan çok katmanlı bir krizdir.
Biyoçeşitlilik ve özgürlük
İçinde yaşadığımız çağ, yalnızca insan özgürlüğünü değil, tüm canlıların var olma hakkını yeniden düşünmeyi zorunlu kılıyor. Çünkü iklim krizinden öte bir sorunla karşı karşıyayız ve ne yazık ki bundan çok fazla bahsedilmiyor: biyoçeşitlilik krizi. Nobel İktisat Ödülü sahibi Daron Acemoğlu ve James Robinson’un yazdığı Dar Koridor kitabında de değinildiği gibi ve onun da ötesinde, biyoçeşitliliği özgürlük denklemine dahil etmek, yalnızca doğayı korumak için değil, özgürlüğü daha adil ve kapsayıcı tanımlamak için de gerekli. Çünkü doğanın özne olarak tanınmadığı, yalnızca ekonomik veya yönetsel bir kaynak olarak görüldüğü her düzenleme, aslında bir başka krizi büyütür.
İklim Kanununda doğanın yeri
Doğanın özne olarak tanınmadığı bir yasal çerçevede, özgürlük yalnızca insana ait kalır. Oysa Antroposen’in ortaya koyduğu asıl sorun şudur: Gerçek özgürlük, insanla birlikte yaşayan tüm türlerin varlığını sürdürebilmesiyle mümkündür. Yasalar, yalnızca insanlar için değil, doğanın kendisi için de bir koruma ve temsil alanı oluşturmalı. Bu yasa, “dirençli şehirlerden” söz ediyor; ancak dirençli ormanlardan, kendi ekolojik varlıkları ve ilişkileriyle korunması gereken nehirlerden ya da onlara hukuki özne olarak hak tanınmasından söz etmiyor.
Nehirlerin, ormanların ya da canlıların sadece insanlar için değil, kendi bütünlükleri için de korunması gerektiğini tanıyan bir ekolojik adalet perspektifi yasa metninde yer bulamıyor. Oysa Antroposen çağ, yalnızca insan yerleşimlerini değil, doğayla birlikte yaşayan tüm sistemleri kapsayan bir direnç tanımı gerektiriyor; çünkü ekosistemlerin çöküşüyle kendini gösteren büyük bir kriz, yani biyoçeşitlilik krizi, hâlâ yeterince görünür değil.
Yeşil kalkınmanın çelişkisi
Kanun teklifinde öne çıkan “temiz teknolojiler”, “hidrojen yatırımları”, “yeşil taksonomi” ve “emisyon ticareti sistemi” gibi mekanizmalar; krizi dönüştürmek yerine krizin yarattığı piyasa fırsatlarını düzenliyor.
Bu, “yeşil kalkınma” söylemiyle uyumlu ama iklim adaletinin ruhuyla çelişik. Karbon ayak izini ölçmek önemli olabilir, ancak bu ölçüm araçları ne toprağın hafızasını ne ormanların kaybını ne de türlerin sessiz çöküşünü anlamaya yetiyor.
Yerellik ve katılım Nerede?
Her ilde “İklim Koordinasyon Kurulu” kurulacak olması olumlu bir gelişme gibi görünse de yerel ahalinin, köylülerin, çiftçilerin, ekolojik toplulukların bu süreçlere nasıl dahil olacağı belirsiz. Yine merkezi bir yapıdan yerelin yönetimi hedefleniyor, oysa doğanın ritmi yerel bilgiyle okunabilir. Antroposen çağ, yerel bilgiyle küresel kriz arasında yeni bağlar kurmayı gerektiriyor.
Sonuç olarak, Türkiye’nin İklim Kanunu teklifi, modern bir çevre yönetimi yasası olarak yorumlanabilir ama bu yasa, doğayla kurduğumuz ilişkinin günümüzdeki radikal dönüşümünü içermiyor. Emisyonların hesaplandığı ama türlerin sesinin duyulmadığı bir yasada, özgürlük yalnızca insan için var olur. Oysa bu çağın çağrısı açıktır: Yalnızca doğaya rağmen değil, doğayla birlikte yaşamanın hukukunu inşa etmemiz gerekiyor.

DEM Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın PKK açılımına “silahsızlandırma” tanımını kullanması, DEM’in Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’la buluşma öncesi ayrı anlam taşıyor. Bakırhan, diğer Eş Genel Başkan Tülay Hatimoğulları (sağda) ile birlikte süreç hakkında konuşurken görülüyor.
Doğru adını kim koyacak diye bir süredir dikkatle izliyordum. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan koydu. Bakırhan’ın 8 Nisan günü DEM Meclis Grubuna hitabındaki şu cümle, iktidara sıradan bir öneri gibi görünse de sürecin gerçek adını bütün çıplaklığıyla içinde barındırıyordu: “Silahsızlandırma süreci özel bir yasayı gerekli kılmaktadır.”
Silahsızlandırma…
Daha da açık söylersek PKK’yı silahsızlandırma projesi.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin 1 Ekim 2024 TBMM açılış töreninde DEM Parti sıralarına yönelerek, sonra 22 Ekim’de İmralı Cezaevindeki PKK kurucu lideri Abdullah Öcalan’a çağrıda bulunarak başlattığı siyasi sürecin gerçek adı budur.
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın epey bir süre Bahçeli’nin Öcalan’a “örgütüne silahları bırakıp kendisini lağvetmesini söyle” çağrısının toplumdaki nabzını ölçtükten sonra “Terörsüz Türkiye” şiarıyla sahiplendiği sürecin nihai amacının PKK’nın silahsızlandırılması olduğunu, hükümetle PKK arasında köprü görevini üstlenen DEM de kabul etmiş görünüyor.
Bunun bir anlamı da DEM’in artık bunun bir pazarlık süreci olmadığını sindirip en az insan kaybıyla sonuçlanması için adeta kitlesel enlemde “güven artırıcı önlemler” vitesine geçmiş olmasıdır.
“Nasıl bırakılacak, sonra ne olacak?”
Bakırhan’ın konuşmasından aktardığım cümleyi öncesi, sonrasıyla ele aldığımızda görünüm daha açık ortaya çıkıyor:
• “Toplumsal barışın önündeki engeller lafla değil somut, güven verici ve cesur adımlarla ortadan kaldırılmalıdır. “Dar bi xweziyê şîn nabe” diyor Kürtler. Yani, ağaç sadece temenni ederek yeşermez.
• “Tarihin bizi izlediği çok önemli bir kavşaktayız, 100 yıllık bir eşikteyiz. Türkiye’nin en temel meselesi tartışılıyor ama bir bekleme durumu var. Bekleyerek dünyanın neresine barış gelmiş, bilen var mı acaba?
• “Silahsızlandırma süreci özel bir yasayı gerekli kılmaktadır. Bu konuda acilen bir şeyler yapılmalıdır. Silahsızlandırılsın ama nerede, nasıl? Silah bıraktıktan sonra ne olacak? Bu sorulara şimdiden çalışmak ve cevabını vermek gerekiyor.”
Bakırhan, Öcalan’ın “çalışma ve iletişim özgürlüğünün” sürecin ilerlemesinin ilk adımı olmasını da öne sürüyor.
Silahsızlandırma ve PKK’nın kendini lağvetme kongresinin toplanması için Türkiye’nin Irak ve Suriye’deki terörle mücadele operasyonlarının durması talebini satır aralarında okumak mümkün.
Bakırhan bu konuşması sonrasında gazetecilerin sorusu üzerine bu hafta Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’dan randevu beklediklerini söyledi.
PKK: yarım asır sonra silahsızlandırma
Öcalan’ın yakalanmasını yazdığım “Kürt Kapanı-Şam’dan İmralı’ya Öcalan” kitabını hazırlarken konuştuğum dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı’nın kendisine “Biz öyle demiyoruz ama” dediğini aktarmıştı; “Bu gerilla hadisesidir.”
Demirel’in Kürtlerin tarihteki otuzuncu isyanı olarak tanımladığı bu “gerilla hadisesini” Öcalan 27 Şubat’ta DEM heyeti aracılığıyla silah bırakma çağrısında “Cumhuriyet tarihinin en uzun ve kapsamlı isyan ve şiddet hareketi” olarak tanımladı.
Silahsızlandırma aşamasına gelene dek yarım asırda Türkiye’de on binlerce cama yüz milyarlarca maddi ve hesaplanamayacak siyasi hasara neden olmuştur.
Kokain kartelleriyle iç içe bir görünüm sergileyen Kolombiya’daki silahlı mücadeleyi ayrı bir kategoride değerlendirirsek, modern tarihte PKK’nın 1978’de başlattığı “gerilla hadisesinden” daha uzun süreni yoktur. En uzunu Vietnam 19 yıl sürmüştür.
Silahsızlandırma aşamasına gelmesi PKK’nın kuruluşundaki Türkiye, İran, Irak ve Suriye’den silah zoruyla koparılacak bir Kürdistan hedefine ulaşamayacağının fiilen kabulü demektir. Silahsızlandırma projesi o nedenle iddialıdır ve şu anda hiç değilse bitiminin olabildiğince kansız olması tartışılmaktadır aslında.
Uluslararası boyutu, ABD, İsrail, İran
Kuruluşunda -Öcalan’ın “reel sosyalist sistem” dediği ve henüz yıkılmamış Sovyetler Birliğinin etkisi altında Marksist-Leninist ilkeleri benimseyen PKK, bugün daha çok Suriye’deki uzantıları kanalıyla ABD’den aldığı siyasi, mali ve askeri destekle Türkiye’ye direniş göstermektedir. Türkiye ise Silahlı Kuvvetler ve MİT operasyonlarıyla PKK’ya ABD’nin Suriye’deki desteğine rağmen ağır hasar vermektedir.
Oysa ABD içinde, daha Donald Trump iş başına gelmeden de artık Suriye’deki varlıklarını sürdürmenin, İsrail güvenliği için İran’la tampon bölge oluşturmak dışında fazla anlamı kalmadığı tartışmaları başlamıştır.
Trump, sadece nükleer silahlanmasını önlemek için değil, ABD dış politikasını İsrail prangasından kurtarmak için de İran ile doğrudan görüşmelere başlamıştır.
Diğer yahndan, Türkiye’nin PKK’yı silahsızlandırma ve yasal siyasete katma projesiyle aynı zamanda ABD’de İsrail’i HAMAS’ı silahsızlandırma ve sonra Filistin siyasetine katma projesine ikna etmeye çalışıyor.
Çok nadir bir fırsat
Uluslararası dengeler Ankara’nın önünde PKK’yı silahsızlandırma projesi bu çerçevede uluslararası dengelerde Ankara’nın önüne belki de bir daha ele geçmeyecek bir fırsat çıkarmıştır. Erdoğan’ın “Milletine karşı sorumluluk duygusu taşıyan bir siyasetçinin böyle bir fırsata sırtını dönmesinin düşünülemeyeceğini” söylemesi bu anlama geliyor.
Bu koşullarda DEM Eş Genel Başkanı Bakırhan’ın silahsızlandırma sürecinde kitlesel yumuşak geçişi sağlamak için “Barış Süreci” söylemini kullanırken -parti kurullarında tartışıldığı anlaşılan “silahsızlandırma” tanımını kullanması ayrı bir değer taşıyor.
İç ve dış gelişmelerin iç içe geçip hızlandığı bir süreç bu.