
PKK’nın silah bırakması Türkiye’nin yakın tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olacak. Cumhurbaşkanı Erdoğan sonrasında ne diyecek? PKK’yı 47 yıl önce kuran ve bu yıl dağıtan Öcalan fiilen sekreteryası olarak çalışmalarına izin verilen diğer PKK’lı mahkûmlarla 19 Haziran açıklamasını okurken. Ayaktakiler (soldan sağa): Ergin Atabey, Mahmut Yamalak, Zeki Bayhan, Ömer Hayri Konar. Oturanlar (soldan sağa): Hamili Yıldırım, Abdullah Öcalan, Veysi Aktaş.
PKK 47 yıllık sürdürdüğü, Türkiye’ye on binlerce insanın canına, trilyon düzeyinde ekonomik zarara ve hesap edilemeyecek siyasi güç kaybına yol açan silahlı mücadelesini bitirmesinin simgesi olarak 11 Temmuz’da Irak’ın Süleymaniye şehri yakınlarında düzenlenecek törenle silah bırakmaya başlıyor. Bu gelişme, yakın dönem Türkiye tarihinin en önemli dönüm noktalarından biridir.
Silah bırakma törenine beş kala, 9 Temmuz’da 1978’de örgütü kuran Abdullah Öcalan’ın PKK’nın bugünkü yöneticilerine, yanındaki 6 şahit eşliğinde gönderdiği video mesajda ne dediğini ve ne demek istediğini anlamak, Türkiye’de ve Ortadoğu’da Kürt sorunun geleceği bakımından da önem taşıyor.
AK Parti Sözcüsü Ömer Çelik’in, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın törenden bir gün sonra, 12 Temmuz’da yapacağını duyurduğu “önemli” konuşmanın PKK’nın silahsızlandırılması yoluyla Kürt sorununa siyasi çözüm, ya da Terörsüz Türkiye girişimiyle ilgili olup olmadığını henüz bilmiyoruz. Ama öyle varsayabiliriz.
Öcalan’ın konuşmasını deşifre etmeden önce, Çelik’in duyurusuyla Erdoğan’ın konuşması üzerine yükselen beklentilerden söz etmekte yarar var. Birkaç nedenden dolayı…
Erdoğan ne diyecek?
Öncelikle Erdoğan, Öcalan’ın o konuşmayı 19 Haziran’da yaptığını, sürecin koordinatörü MİT Başkanı İbrahim Kalın vasıtasıyla biliyor. O video kaydı ve metninin kamuoyu ile paylaşılmasına, PKK’nın Türkiye, Irak, İran, Suriye ve Avrupa-Amerika örgütlenmelerine ulaştığından emin olduktan sonra izin verilmiş olsa gerek. Tıpkı Türkiye’de olduğu gibi PKK bünyesinde de silah bırakma yoluyla parlamenter sisteme katılma kararına karşı çıkanlar olması işin doğasında var. Özetle Erdoğan bildiğimiz sürecin ilerisinden bir yerden konuşacak. Dediğim gibi, eğer Erdoğan’ın konuşması bu konuda olacaksa.
Ayrıca Erdoğan’ın klasik “Yeni sürece girdik, inşallah çözdük” türünden klişelerle sınırlı kalacak konuşma yapması hayal kırıklığını getirebilir. Örneğin bu konuşma sadece Meclis’in 15 Temmuz’da kapanmasından önce, atılacak adımlar üzerine kurulacak Meclis Komisyonunun ilanı ile sınırlı kalırsa da dağ fare doğurur; bu zaten TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’tan beklenen bir adım. Beklentilerse siyasi affa, genel affa dek yükselmiş durumda.
Siyasi af gündeme gelir mi?
Siyasi af derken, PKK davalarından hapiste bulunan 5 bin kadar kişinin hasta ve yaşlı durumdaki 100 kadarını kapsayacak insani durum koşulundan söz etmiyorum. En azından Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarının uygulanmasıyla Selahattin Demirtaş’tan Osman Kavala’ya simge isimleri kapsayacak, kayyım atanmış ve haklarında kesinleşmiş ceza bulunmayan belediye başkanlarının tahliyesinden söz ediyorum. Ekrem İmamoğlu ve CHP’li belediye başkanlarının tutuksuz yargılanması işin güncel boyutu ama CHP’nin yeni Anayasa çalışmalarına katılma şartının öncelikle AYM ve AİHM kararlarının uygulanması olduğu ortada.
MHP lideri Devlet Bahçeli’nin sözünü attiği ama sonra çok konuşulmayan “Umut hakkı” meselesi var örneğin; Öcalan’ın bir vadede serbest kalma ihtimali demek oluyor.
Öcalan’ın video mesajıyla birlikte PKK’nın maksimalist hedeflerden vaz geçtiği söylenebilir. Dolayısıyla TBMM’de üzerinde geniş mutabakat bulunan “İlk dört maddenin değişmezliği”, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin adı, resmi lisanın Türkçe olması gibi konuların gündeme gelmesi beklenmiyor. Ama örneğin vatandaşlık tanımının yer aldığı Anayasa’nın 66’ıncı maddesi, eğitim hakkıyla ilgili 42’inci maddenin gündeme gelme ihtimali var.
Öcalan ne dedi?
1- Öcalan “50 yıllık ‘Kürdistan Devriminin Yolu’ manifestosunun artık geçersiz olduğunu söylüyor. Bu, PKK’nın kuruluş nedeni olan Türkiye, İran, Irak ve Suriye topraklarından silah zoruyla bağımsız Kürt devleti kurma hedefinin artık olmadığının ilanıdır. Öcalan bunun yerine bir Barış ve Demokratik Toplum Manifestosu yayınlayacağını söylüyor.
2- Nitekim Öcalan, “PKK ulus devletçi bir amaçtan vazgeçmiş, bu temel amaçtan vazgeçişle birlikte temel savaş stratejisinden de vazgeçmiş, varlığını sona erdirmiştir” diyor. Kürt varlığının inkârı sayelerinde son bulmuştur, bu da önemli bir hedeftir.
3- “Silahların gönüllüce bırakılması ve TBMM’de yetkili ve kanunla kurulması düşünülen kapsamlı komisyon çalışmasın” odaklanılmasını istiyor, DEM Parti’nin diğer partilerle birlikte üstüne düşeni yapmasını bekliyor.
4- Örgütünden “Önce Apo serbest bırakılsın” gibi taleplerde bulunmamasını istiyor. Önemli olanın kendi özgürlüğü olmadığı vurgusuyla kendisini adeta siyaset üstü bir liderlik konumunda tanımlıyor. Halihazırda İmralı’nın güvenli ortamından ayrılmak istemediği, orada rahat çalışmak istediği zaten bir süredir konuşuluyordu.
Peki, ne demek istedi?
Öcalan, örgütünü rencide etmemeye çalışarak, yenildik ama en azından Kürt varlığının tanınmasını sağladık, bu da bir şeydir demeye getiriyor.
Bunun için bu kadar ölüm ve yıkıma ihtiyaç var mıydı?
Öcalan “özeleştirimiz devam edecektir” diyerek 27 Şubat mesajında söylediği “Soğuk Savaş yıllarında gözümüzü Moskova’ya dikmiştik” mealindeki ifadesine atıfta bulunuyor. Oysa gelinen aşamada PKK’nın özellikle Suriye’deki varlığı, ABD’nin siyasi, mali ve askeri desteğine dayanmaktadır. Türkiye’nin Kürt sorununu kendi içinde çözmesinden rahatsızlık duyacak ülkeler var. Bölgede İsrail ve İran’ı, Avrupa’da PKK lobisinin güçlü olduğu Almanya, Yunanistan ve Belçika’yı sayabiliriz.
Öcalan’ın İmarlı koşullarında bunun ne kadarını görüp tahlil ettiğini şu anda kestirmek güç. Ama söyleyeceğini söyledi.
Şimdi gözler 12 Temmuz’da Erdoğan’ın ne diyeceğinde.
Aslında 12 Temmuz’da kamuoyunu dikkati PKK’nın silah bırakmasındayken CHP’ye “turpun büyüğü” vuruşu da önümüzdeki senaryolar arasında.
Ama önce şu 11 Temmuz’da PKK’nın silah bırakıp silahlı mücadeleyi bitirdiğini görelim. Şu an en önemlisi o.

Küresel enerji denkleminde Türkiye, artık yalnızca ithalatçı ya da transit ülke olmayı kabul edemez, megastratejiler üretme zamanı. Türkiye’nin Pakistan ile yaptığı son arama anlaşması Dışişleri Bakanı Hakan Fidan tarafından açıklandı. Arşiv fotoğrafı Karadeniz’de seyreden TPAO arama gemilerini gösteriyor.
Enerji, artık sadece evlerimizi ısıtan, sanayiyi döndüren ya da arabalarımızı çalıştıran bir girdi olmaktan çok daha fazlası. Bugün enerji; diplomasiyi şekillendiren, savaşlara yön veren, teknolojik dönüşümleri hızlandıran jeostratejik bir güç.
Türkiye bu satranç tahtasında uzun süredir yalnızca hamle bekleyen bir piyon gibi durmakta. Oysa artık zamanı geldi: Megavat hesaplarının ötesine geçmeli, “megastratejiler” üretmeliyiz. Tabii ki öncelikle evimizin içini düzene sokmakla başlayarak.
Koridordan oyunculuğa
Uzun yıllar boyunca Türkiye kendisini bir “enerji koridoru” olarak tanımladı. Boru hatları geçiren, LNG terminalleri inşa eden; ama enerjinin fiyatını belirleyen, yönünü tayin eden bir aktör olamadı. Oysa bugün enerjiyi sadece taşıyan değil, enerji piyasasını yönlendiren, bölgesel güvenliğe katkı sunan ve dijital dönüşümün öncüsü olan ülkeler bir adım öne geçiyor.
Türkiye’nin nihai hedefi artık yalnızca geçiş ülkesi olmak değil, bir enerji merkezi olmaktır. Ve bu, mümkün. Bunun için ise yalnızca boru hatları yetmez; ileri düzey regülasyonlar, rekabetçi piyasa reformları, dijitalleşme, inovasyon ve etkin, inandırıcı bir enerji diplomasisi gereklidir.
Güçlü ve eksik yönler
Türkiye, gaz tedarikinde çeşitlilik sağlayabilen ender ülkelerden biri. Azerbaycan, İran, Rusya, Katar, Cezayir, Nijerya ve ABD gibi çok farklı kaynaklardan doğalgaz alabiliyoruz. LNG altyapımız gelişmiş durumda. Karadeniz gazı, sembolik olsa da enerjide milli bir çıkışın başlangıcı sayılabilir.
Yenilenebilir enerji alanında 33 GW seviyesine ulaştık. Güneş ve rüzgâr, Türkiye’nin enerji geleceğinde kritik bir rol oynuyor. Elektrik iletim hatlarımız Avrupa’ya entegre, doğuya ise Gürcistan ve Irak üzerinden açılımlarımız var.
Ancak enerji ithalatına yılda 50 milyar doların üzerinde harcamaya devam ediyoruz. Akkuyu Nükleer Santrali, Rusya’ya bağımlılık nedeniyle stratejik bir kırılganlık yaratıyor. Yenilenebilir teknolojilerde ithalata bağımlılık hâlâ yüksek, yerli üretim ve Ar-Ge istenilen seviyede değil. Karbon yoğun sanayi yapımız ise Avrupa Yeşil Mutabakatı ile uyumsuz.
Bu nedenle Türkiye artık sadece enerji tüketen değil, teknoloji geliştiren, insan kaynağına yatırım yapan, dış pazarlarda da güçlü olan bir enerji vizyonuna geçmek zorundadır.
Enerji diplomasisi
Türkiye, son yıllarda Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) aracılığıyla Libya, Somali, Pakistan gibi ülkelerle petrol ve doğal gaz arama ve üretim faaliyetlerini kapsayan önemli anlaşmalar imzaladı. Bu hamleler, Türkiye’nin enerji arz güvenliğini sağlama, kaynak çeşitliliğini artırma ve uluslararası enerji arenasında aktif bir oyuncu olma hedefi doğrultusunda büyük önem taşıyor.
Libya: Türkiye, Libya’nın batısındaki açık deniz sahalarında TPAO aracılığıyla petrol ve doğal gaz arama faaliyetleri yürütmek üzere 2019’daki Deniz Yetki Alanları Anlaşması’nın ardından iş birliklerini artırdı. TPAO, Libya Ulusal Petrol Şirketi (NOC) ile teknik iş birliği görüşmeleri yaparak sahalarda aktif hale geldi.
Somali: 2024 başlarında Somali ile imzalanan anlaşmayla Türkiye, Somali açıklarında petrol ve doğal gaz arama hakkı kazandı. TPAO bu kapsamda hem sismik araştırmalar hem de sondaj faaliyetleri gerçekleştirecek. Bu adım, Somali’nin enerji potansiyelini değerlendirmek açısından tarihî bir dönüm noktası olabilir. Eğer bu çalışmalar olumlu sonuçlanırsa, Türkiye küresel enerji şampiyonları arasında yerini sağlamlaştırabilir.
Pakistan: TPAO, uzun süredir Pakistan’da faaliyet gösteriyor. Özellikle güneydeki Sindh bölgesinde doğal gaz aramaları yapan TPAO, Pakistan hükümetiyle yeni iş birliği protokolleri imzalayarak faaliyet alanını genişletti. Ayrıca Türk ve Pakistanlı teknik ekiplerin ortak saha çalışmaları planlandı.
Enerji şampiyonlarımızı yaratmalıyız
Bu ülkelerdeki anlaşmalar, Türkiye’nin TPAO eliyle kendi enerji diplomasisi gücünü kullanarak küresel varlığını artırma çabasının birer göstergesi. Aynı zamanda bu iş birlikleri, Türkiye’nin enerji ithalatını azaltma, yerli ve milli enerji politikalarını yaygınlaştırma hedefleriyle de tam uyumlu. Dilerim, bu arama çalışmaları olumlu sonuçlanır ve küresel enerji şampiyonları yaratma hedefimize katkı sağlar.
Bugün dünyada sadece kaynak sahibi olmak yeterli değil; asıl farkı yaratan güçlü şirketler ve bu şirketlerin arkasındaki akılcı stratejilerdir. Güney Kore’nin KEPCO’su, Çin’in State Grid’i gibi küresel oyuncular bunu başardı.
Türkiye de BOTAŞ, TPAO, Karpower, BGN, Enerjisa, Zorlu, Aksa, YEO gibi şirketlerini küresel arenada daha etkili aktörler haline getirmeli. Bu, sadece şirket politikalarıyla değil; devlet politikası, uluslararası ortaklıklar, sermaye yatırımları ve nitelikli insan kaynağıyla mümkün olacaktır.
Yeşil dönüşüm sınamaları
Enerji dönüşümünde sık yapılan hata, enerji yoğun sektörlerden uzaklaşmanın bir zorunluluk olduğu varsayımıdır. Oysa Türkiye’nin rekabetçi olduğu çimento, demir-çelik, alüminyum, seramik ve cam gibi sektörlerden vazgeçmemiz mümkün değil.
Bu sektörlerin yeşil dönüşüme entegre edilmesi şart:
– Atık ısı geri kazanımı,
– Karbon yakalama teknolojileri,
– Elektrifikasyon,
– Yeşil hidrojen kullanımı,
– Enerji verimliliğine uzun vadeli destekler,
– Karbon ayak izinin ölçülmesi ve yönetimi.
Tüm bunlar, çevresel sorumlulukla ekonomik sürdürülebilirliği aynı potada eritebilir.
Megastrateji zamanı
Küresel enerji denkleminde Türkiye, artık yalnızca ithalatçı ya da transit ülke olmayı kabul edemez. Kendi enerjisini üretip ihraç eden, teknoloji geliştiren, elverişli finansman yaratan, dış pazarlarda yatırım yapan, rekabetçi bir enerji oyuncusuna dönüşmelidir.
Bu sadece kaynak sahibi olmakla değil; vizyon, bilgi, diplomasi ve strateji sahibi olmakla mümkündür.
Türkiye’nin önünde iki yol var:
Ya satranç tahtasında başkalarının hamlelerine tabi bir piyon olarak kalacağız,
ya da akılcı hamlelerle kendi oyununu kuran, bölgesel bir kale olacağız.
Bugün, artık megavat değil megastrateji üretme zamanı. Bu strateji; hukukun üstünlüğünü, sürdürülebilirliği, özel sektör-yerel yönetim-uluslararası ortaklık iş birliklerini ve teknolojik inovasyonu esas almalı. Türkiye’nin enerji alanındaki bu büyük dönüşümü, ekonomik bağımsızlığımızı güçlendirecek, çevresel sorumluluklarımızı yerine getirecek ve bizi küresel enerji liginde söz sahibi bir ülke haline getirecektir.
Daha da önemlisi, enerjiyi halkımıza, sanayimize, elektrik üreticilerine, tüm nihai tüketicilere daha ucuza, çevre dostu ve kesintisiz ulaştırabileceğiz.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı “Tek adam” rejimi kurmakla suçlayan Serap Yazıcı Özbudun, Gelecek Partisi üyesiydi. Altılı Masa pazarlıklarıyla onu TBMM’ye taşıyan CHP oldu. Gelecek Partisine döndü, oradan AK Parti’ye geçerek Anayasa Komisyonu Başkanlığına getirildi. Şimdi AK Parti’nin Anayasa taslağı heyetinde.
Antalya Milletvekili Serap Yazıcı Özbudun’un ismi son olarak dokunulmazlık dosyalarıyla gündeme geldi. CHP’li 61 milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılmasını talep eden 240 dosyanın Meclis’e sunulması ardından CHP Grubuna yapılan bildirimde onun imzası vardı. Yazıcı 2023 seçimlerinde Altılı masa pazarlıkları sonucu Cumhuriyet Halk Partisinden (CHP) milletvekili seçilmişti. Prof. Dr. Serap Yazıcı Özbudun, milletvekili yeminini ettikten sonra Gelecek Partisi’ne döndü. Ardından Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) saflarına katılarak TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı oldu. 8 Temmuz’da yaptığı basın toplantısında kendisini eleştiren CHP’lilere “seçmeni yanıltmadığını” söyledi ve CHP’lilerin eleştirilerine “ahlaklı ve vicdanlı siyaset yapmaları gerektiğini” söyleyerek yanıt verdi.
Oysa bu sözler, hem kendi kaleminden çıkan akademik tespitlerle hem de yıllarca savunduğu siyasi ilkelerle açık bir çelişki içindedir. Kamuoyu da bu tutarsızlığı kayda geçiriyor. Serap Yazıcı, bir hafıza notunu fazlasıyla hak ediyor.
Altılı masadan AKP Anayasasına
Serap Yazıcı, Altılı Masa’nın anayasa komisyonunda görev aldı. O dönemde hazırlanan taslakta:
• Güçlendirilmiş parlamenter sistem önerildi,
• Yargı bağımsızlığı ve basın özgürlüğü vurgulandı,
• Cumhurbaşkanının yetkilerinin sınırlandırılması savunuldu.
Bugün ise bu ilkelerin karşısında duran bir yapının içindedir. Üstelik bu yapının Anayasa Komisyonu Başkanlığını yürütmektedir.
“Tek adam” eleştirileri
Yazıcı, 2022’de Ankara Enstitüsü için hazırladığı “Türkiye’nin Başkanlık Sistemi Tecrübesi” başlıklı raporda 2017 Anayasa değişikliğini şöyle eleştiriyordu:
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Cumhurbaşkanına yasama, yürütme ve yargı alanında geniş yetkiler sunmaktadır. Bu nedenle kuvvetler birliğine yol açmıştır. (…) Bu hükümet sisteminin Cumhurbaşkanına yürütme alanında sınırsız ve denetimsiz yetkiler sunması, yasamanın yetkilerini zayıflatması ve nihayet yargıyı yürütmenin kontrolüne sunması, otoriterleşmenin yolunu açmıştır.”
Bugün bu sistemin anayasal zeminini savunan bir komisyonun başında olması, kendisinin geçmişteki söylemleriyle tam anlamıyla çelişmektedir. Bu pozisyon değişikliği yalnızca kişisel değil, kamuoyunun güvenini de ilgilendiren bir tutarlılık sorunudur.
Eski eleştiriler, yeni sessizlik
Aynı raporda Yazıcı:
• HSK yapısı nedeniyle yargının siyasallaştığını,
• TBMM’nin KHK ve veto yetkileriyle işlemez hale geldiğini,
• Gensoru, soru ve araştırma komisyonları gibi denetim yollarının etkisizleştirildiğini belirtmişti.
Sistemin temel sorunu olarak da “denge ve denetim eksikliği”ni vurgulamıştı. Bugün bu sistemin savunucuları arasında yer alması, görüş değişikliğini aşan bir çizgi kopuşu olarak değerlendirilmektedir; hem anayasa hukukuna hem seçmene karşı.
İstanbul Sözleşmesi: hayal kırıklığı
Yazıcı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararına Danıştay’da dava açan ve bu kararın hukuken geçersizliğini savunan isimlerdendi. Cumhurbaşkanının bu yetkisi olmadığını açıkça belirtmişti.
Bugünse bu sözleşmeyi fesheden yürütmenin parçasıdır. Ve sessizdir. Bir hukukçu olarak bu sessizlik, doğrudan değilse de dolaylı bir meşrulaştırmadır.
Yazıcı: Özbudun’un Mirası
Prof. Dr. Ergun Özbudun, 2022’de Denge Denetleme Ağı için kaleme aldığı yazıda 2017 Anayasa değişikliğini şöyle tanımlamıştı:
“Kesintili de olsa yaklaşık 150 yıllık bir maziye sahip olan parlamenter rejim deneyimi kesin olarak sonlandırılmış ve onun yerine dünyada emsali olmayan ‘ucube bir sistem’e geçilmiştir. (…) Bu sistem, denge ve denetim mekanizmalarından yoksun; yasama, yürütme ve yargı fonksiyonlarının çok büyük ölçüde halkça seçilmiş bir Cumhurbaşkanında toplandığı bir ‘tek adam rejimi’dir.”
“Otoriter gidiş (…) yarışmacılık unsurunun daha da sınırlandırıldığı bir rejimi güçlendirmiştir.”
Bu sert teşhisin karşısında, “Eşimin kemiklerini sızlatmam” diyen Yazıcı’nın, bugün bu sistemin en üst düzey anayasal temsilcilerinden biri olması, hem etik hem de akademik açıdan bir kırılma değil midir?
Aynı yazıda Özbudun ayrıca yargının siyasallaşmasına ve RTÜK’ün muhalif medyaya uyguladığı baskılara da dikkat çekmişti.
Bugün RTÜK ekran karartıyor, ceza yağmuru yağdırıyor. Yazıcı susuyor. Bu sessizlik, yürütmenin medya üzerindeki baskısına dolaylı bir onay anlamına mı geliyor?
Masumiyet karinesinin ihlali
Serap Yazıcı Özbudun’un bugünkü sessizliği yalnızca medya özgürlükleri alanında değil; hukukun en temel ilkeleri bakımından da ciddi bir çelişki yaratmaktadır.
Özbudun’un kamuya açık şekilde kullandığı ifadelerden biri, bir hukukçunun sorumluluğu ve diliyle bağdaşmayacak ölçüde sorunludur. Üstelik bu söz, daha birkaç ay önce kendi listesinden Meclis’e girdiği CHP’li siyasetçilere yöneliktir:
“Kendileriyle ilgili yürütülen rüşvet ve yolsuzluk skandallarıyla ilgili alın teri dökmelerini tavsiye ediyorum.”
Bu cümle, yalnızca siyasal bir polemik değil; hakkında kesinleşmiş hiçbir yargı kararı bulunmayan kişilere yönelik doğrudan bir suç isnadıdır.
“Skandal” sözcüğüyle yapılan ima, yargı süreci tamamlanmadan birilerini kamuoyu nezdinde suçlu ilan etmek anlamına gelir. Bu ise, masumiyet karinesinin açık bir ihlalidir.
Üstelik bu sözlerin sahibi, yıllarca “yargı bağımsızlığı” ve “hukuk devleti” ilkelerini savunmuş bir anayasa hukukçusudur. Bu nedenle ortaya çıkan durum, yalnızca siyasi bir tutum değişikliği değil; aynı zamanda ilkesel ve mesleki bir tutarlılık sorunu olarak da değerlendirilmeye açıktır.
Siyasi etik sorunu
Yazıcı’nın milletvekilliği süreci başlı başına sorunludur:
• Gelecek Partisi’nden siyasete girdi,
* CHP listesinden milletvekili seçildi.
• Bugün AKP’de, Anayasa Komisyonu Başkanı.
Bu tablo, sadece bir siyasi pozisyon değişikliğinden ibaret değildir. Aynı zamanda seçmenin iradesini araçsallaştıran, temsil sorumluluğuyla örtüşmeyen bir siyasetin örneğidir. Seçmenin güveni, bir seçimlik geçiş için kullanılacak bir basamak değildir. Hele hele seçildiği partiyi, destek veren seçmeni alenen “yalan dolan siyaset” le itham etmek, siyasi etik açısından son derece sorunlu bir tutumdur.
Her döneme bir Anayasa
Serap Yazıcı’nın anayasa tartışmalarındaki varlığı, yeni değildir. 2007–2008 yıllarında, dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın talimatıyla oluşturulan ve Prof. Dr. Ergun Özbudun başkanlığındaki anayasa hazırlık heyetinde yer almıştır. Bu ekip, 1982 Anayasası’nı kaldırarak yerine “özgürlükçü ve sivil” bir anayasa yazma amacıyla çalışmış, ancak bu girişim o dönemde sonuçlanmamıştır.
Dolayısıyla Yazıcı, bugünkü “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”ne giden anayasal sürecin dolaylı olarak ön adımlarını şekillendiren isimlerden biridir. Bu yönüyle, hem 6’lı Masa içinde yer alması hem de AKP saflarına geri dönmesi, yalnızca bir yön değişimi değil, daha geniş bir süreklilik ve yönelim içinde değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Peki, Serap Yazıcı her dönemin iktidar yapısına anayasal meşruiyet zemini sunan bir siyasi-akademik hatta mı sahiptir?
Bu soru yalnızca kişisel bir tercih meselesi değil; aynı zamanda Türkiye’de akademinin siyasetle kurduğu mesafeye, meşruiyet üretme pratiklerine ve eleştirel pozisyon alabilme yetisine dair daha kapsamlı bir sorgulamayı da beraberinde getirmektedir.
Meclis’e taşıyan CHP sorumlu
Bugün Serap Yazıcı Özbudun’un geldiği yer kamu vicdanında bir kırılma yaratıyorsa, bu yalnızca onun kişisel tercihiyle açıklanamaz. Onu CHP listelerinden Meclis’e taşıyanlar da bu tablonun sorumlularıdır. Seçmenle bağ kurmamış, yerel tabanda tanınmayan bir ismin Antalya’dan aday gösterilmesi, merkezde alınmış dar kadro kararlarının halkın iradesinin önüne konduğunu göstermektedir.
Üstelik bu tercih, Yazıcı’nın daha en baştan “otoriter” dediği ve dönüştürülmesi gerektiğini savunduğu bir rejime kısa sürede hizmet etmesiyle, siyasi öngörüsüzlüğün ve etik sorunların açık bir örneğine dönüşmüştür. Bugün CHP’ye yönelik suçlamalarda bulunan Yazıcı, aslında o listede yer almasına onay veren siyasi akla da ayna tutmaktadır.
Partide yıllarını vermiş, seçim bölgesinde mücadele etmiş, halkla bağ kurmuş emekçiler aday bile olamazken; tabanda hiçbir karşılığı olmayan bir ismin merkezden aday gösterilerek milletvekili yapılması, yalnızca seçmenin değil, partilinin de hafızasında derin izler bırakmıştır.
“Liberal aydınların” sessizliği
Serap Yazıcı’nın bugünkü pozisyonu sadece bireysel bir savrulma değil; aynı zamanda onu yıllarca “özgürlükçü hukukçu” olarak parlatan çevrelerin de sorumluluğudur. 2000’li yılların başında, yargıyı vesayet kurumu ilan eden ve anayasal denge-denetim mekanizmalarını zayıflatan reformlara destek veren sözde liberal aydınlar, Yazıcı gibi isimleri medya ve akademide ön plana çıkardı.
Bu isimler şimdi ya susuyor ya da otoriter sistemin yapı taşlarına katkı sunuyor. RTÜK baskısı artarken, kadın hakları budanırken, yargı keyfileşirken, bir zamanlar “demokrasi” adına konuşanlar ortada yok. Bu sessizlik, sadece Serap Yazıcı’ya değil, onu meşrulaştıran ideolojik zemine de bir not olarak düşülmelidir.
Vicdan mı, konum mu?
Evet, insanlar fikir değiştirebilir. Ama fikir değişikliği, ilke inkârına dönüşürse, bunun adı dönüşüm değil, tutarlılık sorunu olur.
Serap Yazıcı Özbudun’un “seçmeni yanıltmadım” savunması, bizzat kendi kaleminden çıkan cümlelerle çelişmektedir.
Bugün geldiği yer, sadece bir parti tercihi değildir; vicdan, ilke ve akademik sorumluluk açısından ciddi bir kırılmayı temsil eder.
Unutulmamalı: Seçmen yalnızca oy vermez. Hafıza tutar. Hafızanın sesi susmaz; günü geldiğinde konuşur. Ve bir gün, herkes kendi geçmişiyle yüzleşir.

Popülist liderler, kuzuya “artık vejetaryenim” diyen kurttan farksızlar. Eşitsizliklerle yüzleşmeden mutabakat olmaz. Türkiye’nin ihtiyacı, geçmişi yücelten birlik anlatıları değil; hak temelli reformlar, eşitlik ve katılımla örülen yeni bir kalkınma hikâyesidir.
“Bu millet artık yaşayamayacak hale gelmiştir!” Trabzon, Ortahisar Belediye Meclisi’nde MHP Grup Başkanvekili Abdurrahman Kınalı’nın siyasi kimliğini bir kenara bırakarak sarf ettiği bu çarpıcı cümle, yalnızca meclis üyeleri arasında değil, farklı siyasi çevrelerde de takdir ve mutabakat buldu. Yıllardır farklı ekonomik krizlere tanıklık ettiğini belirten Kınalı, bugün içerisinde bulunduğumuz durumu “Yüzde 5 bin faizli Derviş günlerinden bile daha ağır” olarak tanımladı.
Aslında Kınalı’nın bu sitemi, ülkenin büyük çoğunluğunun derinden hissettiği ancak yüksek sesle dile getiremediği yakıcı gerçeği açığa çıkarıyor: Ekonomik sıkıntı artık siyasi sınır tanımıyor ve toplumun her kesimini derinden sarsıyor.
Ortak gelecek inancı eriyor
Türkiye, bir yanda ‘refah simülasyonu’yla avutulan, diğer yanda derinleşen eşitsizliklerle yorulan bir topluma dönüştü. Bugün gençler kredi çekerek ‘zengin gibi görünmeye’, emekliler asgari ücretle hayata tutunmaya çalışırken, toplumsal mutabakatın temeli olan ‘ortak gelecek inancı’ hızla eriyor.
Toplumsal mutabakat, yalnızca kimlikler arası anlayış ya da ortak hatıralarla değil; herkesin kendini içinde görebileceği, adil ve görünür fayda üreten bir kalkınma modeliyle mümkündür. Bu model, büyümenin sadece rakamlarda değil, hayatların içinde hissedilmesini; refahın simülasyon değil, gerçek paylaşım olduğunu gösteren bir toplumsal düzen gerektirir. Dolayısıyla mutabakat, “birlikte düşünmek” kadar “birlikte kazanmak” üzerine inşa edilmelidir.
Geçmişe bakmak, geleceğe yürümek
Toplumsal mutabakat, ortak acılardan değil, ortak umutlardan doğar. Toplumsal mutabakat ancak herkes için görünür ve adil kazanımlar sunan bir kalkınma çerçevesiyle anlamlı hale gelir.
Geçmişte bu mutabakat, ortak hatıralar ve değerler etrafında şekillenebiliyordu. Bugün ise toplumsal mutabakatı oluşturmak, toplumun tüm kesimlerinin kendini kalkınma sürecinin içinde görmesine ve geleceğe aynı güvenle bakabilmesine bağlı. Ortak bir geçmiş kadar, herkesin yer bulabildiği kapsayıcı bir gelecek tasavvuru da artık belirleyici.
Bu mutabakatın zemini, derinleşen eşitsizliklerle yüzleşmeden kurulamaz. Eğitim, konut, istihdam gibi temel alanlarda ciddi uçurumlar var; gençler umutsuz, emekliler geçinemiyor, kadınlar ve dezavantajlı bölgeler sistemin dışında kalıyor. Hukuk ve siyaset hakkı farklı zümreler için farklı avantajlarla tanımlanıyor. Prof. Dr. Semih Akçomak’ın “Ahlaksız Büyüme” kitabında belirttiği gibi, büyüme kamu etiğiyle desteklenmezse sürdürülemez.
Mutabakat sessizliğin dayatılması mıdır?
Bugün ekonomi büyüse de toplumsal güven ve birlikte yaşama iradesi zayıflamış durumda.
Gerçek mutabakat, herkesin kazançlı çıkabileceğine inandığı adil bir düzende mümkündür. Bu, farklı kimliklerin sessizce uzlaşması değil; herkesin kendini dahil hissettiği ortak bir zemindir. Aksi hâlde mutabakat, güçlü olanın sessizliği dayattığı bir düzene dönüşür.
Türkiye’nin ihtiyacı, geçmişi yücelten birlik anlatıları değil; hak temelli reformlar, eşitlik ve katılımla örülen yeni bir kalkınma hikâyesidir. Bunu kurmak için içerideki adaletsizlikleri tanımak ve dünyadaki dönüşüme ayak uydurmak şarttır. Çünkü dünya değişiyor ve yeni bir paylaşım dönemi çoktan başladı.
Erişilemeyen refah, yoksulluk ve modernite
Türkiye’nin bir türlü erişemediği refah sorunu var. Bugün Türkiye’de yeni kuşakların modernlikle kurduğu ilişki geçmişten köklü biçimde farklılaşıyor. Önceki dönemlerin modernleşme süreci, eğitim, kamusal yükselme ve mesleki güvenlik gibi yapılar üzerinden kuruluyordu. Bugünün modernlik arayışı ise, tüketim kalıpları, estetik tercihler ve dijital görünürlük üzerinden şekilleniyor.
Bu değişim, sert yaşam mücadelesi içinde büyüyen yeni sınıfların, kredi kartı borçlarıyla finanse edilen bir “görünürlük” mücadelesine sürüklendiği anlamına geliyor. “Zengin estetiği”nin taklit edildiği ama gerçek refahın ulaşılmaz olduğu bir düzende, bireylerin aidiyet duygusu giderek aşınıyor. Bu, Branko Milanovic’in işaret ettiği gibi küresel ölçekte derinleşen sınıfsal ayrışmanın Türkiye’ye özgü bir tezahürü: gelir artışı olmadan statü simülasyonu.
Bu tespitlerden sonra, Türkiye’nin yeni kalkınma hikayesini herkes için yazarken küresel gelişmeler karşısındaki risklerini ve nasıl konumlanması gerektiğini konuşmak lazım.
Refah teknoloji oligarkları eliyle mi?
1970 model neoliberal ekonomik düzen, 2009’daki küresel finans krizinde duvara çarptı. O günden bu yana dünya, sadece ekonomik değil, siyasal ve toplumsal bir sarsıntının içinde. On yıllardır biriken eşitsizlikler, güvencesizlikler ve dışlanmışlık hissi artık tepkiye dönüşmüş durumda. Bugün yeni bir düzen kuruluyor olabilir; ancak bu düzen ne daha adil, ne daha eşitlikçi, ne de daha sosyal bir çerçevede şekilleniyor. Kırılan eski düzenin yerine geçen şey, dağılmış hak taleplerini fırsata çeviren yeni aktörlerin, yani popülist liderlerin ve teknoloji oligarşisinin iktidar alanı.
Popülist liderler, yükselen öfkenin temsilcisi olarak sahneye çıkıyor; ancak seçildiklerinde, meşhur karikatürdeki gibi, bir grup kuzuya “artık vejetaryenim” diyen kurt siyasetçilerden farksızlar. İlk iş olarak sosyal devleti daha da buduyor, eşitsizliği sistematikleştiriyor ve siyasal kutuplaşmayı derinleştirerek bu yeni düzende iktidarlarını tahkim ediyorlar. Öfkeyi örgütleyip yatıştırmak yerine, onun üzerinden yeni bir tahakküm rejimi kurmaya çalışıyorlar.
Diğer yanda teknoloji oligarşisi var.
Eşitsizlik üretimi değişmiyor
Dijital ağları kontrol eden bu şirketler, küresel düzenin yeniden inşasında sessiz ama kararlı bir biçimde ilerliyor. Ulus-devletlerin erişemediği vergi alanlarında at koşturuyor, dijital altyapıları özelleştiriyor, kamu kurumlarının yerine geçiyor, gözetimi algoritmikleştiriyorlar. Onlar bu kervana görece yeni katıldı belki ama tekelleşme sadece teknoloji devlerinin meselesi değil. Genel olarak ekonomik aktivitenin ister hukuki düzenlemeler yoluyla küresel seviyede, ister kayırmacı ittifaklarla ulusal düzeyde belli ellerde toplanması, emeğin pastadan aldığı payı pazarlık edemez hâle getirdi.
Eskinin yerini almaya çalışan yeni düzen, eşitsizlik üreten bir sistemin sadece bir versiyon değişimi. Ve bu değişimde, halkın değil, gücü elinde tutanların daha rafine yöntemlerle tahakkümü sürdürdüğü yeni bir dönem başlıyor.
Askeri harcamalar sosyal devleti geriletiyor
2025 itibarıyla dünya genelinde askeri harcamalar tarihin en yüksek seviyelerine ulaştı. NATO’nun yeni hedefi, üye ülkelerin savunma bütçelerinin GSYİH’nin yüzde 5’ine çıkarılması. Ancak kamu bütçeleri sınırsız değil. Her yeni tank, her yeni füze programı; bir ülkede eğitimin, sağlığın ya da sosyal yardımların payından eksiltiyor. Bugün strateji belgeleri, kalkınma planları ve kamusal yatırımlar, yurttaşın gündelik ihtiyaçlarından çok jeopolitik rekabetin mantığına göre şekilleniyor.
Bu eğilim, sadece sosyal güvenceleri aşındırmakla kalmıyor; yurttaşın devlete duyduğu güveni zedeliyor, temsil krizini derinleştiriyor ve demokrasilere yönelik kitlesel hoşnutsuzlukların zeminini genişletiyor.
Ekonomik güvenlik ve Türkiye’nin yeni yolu
Artık biliyoruz ki ekonomik güvenlik, sadece enflasyonun düşük tutulmasıyla ya da dış ticaretin dengede olmasıyla sağlanmıyor. Ekonomi dediğimiz şey, bir ülkenin sadece rakamlarla değil, hangi yöne yürümek istediğiyle, ne üretip nasıl ayakta kalacağıyla ilgili bir meseleye dönüşmüş durumda. Bu da bizlere şunu gösteriyor: Ekonomik güvenlik, hem güçlü bir sanayi, sağlam altyapılar gibi “sert” araçlara; hem de iyi eğitim almış insanlar, toplumsal dayanışma ve dijital egemenlik gibi “yumuşak” güçlere aynı anda ihtiyaç duyar.
Türkiye açısından mesele yalnızca ihracat rakamları ya da döviz dengesi değildir. Gerçek ekonomik güvenlik; kamu yararını gözeten, stratejik sektörlerde kendi üretimini yapan, veri ve teknolojiye kendi sınırları içinde sahip çıkan, ve bunu yeşil dönüşümle uyumlu biçimde gerçekleştiren bir yaklaşım ister. Ama bu yetmez. Bu dönüşümün kalıcı olabilmesi için elimizde güçlü bir insan kaynağı olması gerekir. Gençlerin iyi eğitim alması, kadınların eşit biçimde üretime katılması, bilimsel ve yaratıcı becerilerin desteklenmesi, Türkiye’nin en kritik güvenlik yatırımına dönüşmüştür: insana yatırım.
Orta güçler koalisyonu: Avrupa ve diğerleri
Bu noktada dış politika ile ekonomi birbirine dokunur. Türkiye’nin bugün Batı’dan tamamen kopması da, BRICS gibi bloklara kayıtsız katılması da kendi çıkarına değildir. Tam tersine; Avrupa ile olan mevcut bağlarını koruyarak, ortak sorunlar etrafında benzer önceliklere sahip ülkelerle—örneğin göç, iklim krizi, yapay zekâ gibi konularda—esnek ve işlevsel işbirlikleri kurması, hem bölgesel liderliğini güçlendirir hem de dünyada daha fazla söz sahibi olmasını sağlar.
Böylesi bir yönelim, klasik kutuplaşmaların ötesinde, Türkiye’yi kriz çağında çözüm üreten bir ülkeye dönüştürebilir. Ekonomik güvenliğini sadece içe kapanarak değil; ortak akla, ortak çıkara ve vatandaşına doğrudan dokunan bir dış politika anlayışına yaslayarak inşa edebilir. O zaman dış ilişkilerde kurulan hayaller, sokaktaki yurttaşın refahıyla aynı masada buluşur.
Toplumsal mutabakat nasıl olacak?
Bugünün Türkiye’sinde mesele geçmişe aynı gözle bakmak değil; geleceğe aynı güvenle yürüyebilmektir. Mutabakat, ancak eşit hat ve ücret politikasının olduğu, bir gencin ev alabildiği, gelecekten korkmadığı, bir emeklinin ilaç faturasını rahatlıkla ödeyebildiği bir Türkiye’de kök salar.
Refahın görünür ama erişilemez olduğu bir düzende güven inşa edilemez. Büyümenin rakamları değil, sonuçları eşit dağılmalı. İnsanların kendini dışarıda değil içeride hissettiği bir sistem kurmadan, ne içeride barış ne de dışarıda itibar sağlanabilir.
Üstelik bu yeni mutabakat sadece içerideki adaletsizliklerle değil, dışarıdaki değişimle de yüzleşmeyi gerektiriyor.
Küresel dönüşüme gözlerini kapatan bir ülke, vatandaşına umut değil yalnızlık sunar. Özetle, refahın simülasyonu yetmez, toplumsal mutabakat gerçek paylaşım ister.

CHP’ lideri Özgür Özel, 8 Temmuz’da tutuklanan Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar ile daha önceki bir mitingte görülüyor. CHP’ye Erdoğpan’ın hep söylediği “Trupun büyüğü” vuruşu için dikkatlerin PKK’nın silah bırkmasında olması mı bekleniyor?
Adana Büyükşehir Belediye Başkanı Zeydan Karalar’ın artık kimseyi inandırmayan gerekçelerle tutuklanması Adana’yı sokağa döktü. CHP lideri Özgür Özel 10 Temmuz’da Adana’da bir miting ilan etti. PKK’nın muhtemelen 11 Temmuz Cuma günü (ya da bir akşam önce, bir sabah sonra) silah bırakmaya başlaması bekleniyor. DEM Parti günlerdir AK Parti iktidarını bu dönüm noktasına gölge düşürmemesini de gözeterek muhalif belediye başkanlarının tutuklu yargılanmasına son vermeye çağırıyor.
Nafile.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Akın Gürlek’in 19 Mart’ta İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na gözaltı kararıyla başlattığı operasyon olanca hızıyla devam ediyor ama iddianame henüz ortada yok. Demek ki itirafçı ifadeleri kanıtla desteklemiyor derken, İmamoğlu soruşturmasının yürütülmesinden sorumlu İstanbul Emniyeti Mali Şube Müdürü Hakan Dulkadir görevden alınıyor. Beklenen ve belki de olmayan kanıtları getiremediği için mi?
PKK’nın silah bırakması mı bekleniyor?
Tutuklama gerekçeleri giderek zayıflıyor. Adana’da Karalar, 11 yıl önce yaptığı kanıt olmaksızın iddia edilip kendisince reddedilen bir görüşme nedeniyle yolsuzluk şüphesiyle tutuklandı. Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş bunun üzerine “Amaç CHP’li belediye başkanlarının önünü kesmekse görevi bırakırım, yeter ki şerefimizle oynamayın” dedi.
Gelişmelerin boyutu soruşturmaların CHP’li belediye başkanlarının önünü kesmeyi hedeflediği iddiasının artık ötesine geçti. Hatta İmamoğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığının engellenmesinin de ötesine geçti. Hatta İmamoğlu’nun cumhurbaşkanı adayı olmasının engellenmesi senaryosunun da önüne geçti.
Hedefin doğrudan CHP olduğu görülebiliyor.
İmamoğlu ve diğer başkanların hapishanede tutulup suçlu muamelesine maruz bırakılması bunun aracı, kaldıracı gibi görünüyor
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan hâlâ gelecek büyük turptan söz ediyor.
O turp yoksa PKK’nın silah bırakmasıyla eş zamanlı olarak mı heybeden çıkarılacak?
Artık (borsa ve dövizin daha az zarar göreceği) Cumartesi sabahları yapılan sabahın köründe ev baskınlarıyla yapılan operasyonlar için PKK’nın silah bırakması beklenen 11 Temmuz’un 12 Temmuz’a döndüğü saatler mi bekleniyor?
DEM Parti oyuna uyandı
CHP’ye büyük operasyon için kamuoyunun siyasi dikkatinin PKK’nın silah bırakmasında olacağı günler mi bekleniyor?
CHP bunları protesto ettiğinde de Terörsüz Türkiye projesini, Kürt sorununa çözüm sürecini sabote etmekle mi suçlanacak?
DEM Parti bu oyunun farkında.
Sürecin ilk haftalarında Türkiye’deki tek demokratikleşme sorunu olarak Kürt sorununu görmek ve AK Parti-MHP Cumhur İttifakının uzattığı “Kürt sorununa siyasi çözüm” havucunun peşinden koşmakla suçlanan DEM Parti son haftalarda tutum değiştirdi.
DEM Eş Başkanı Tuncer Bakırhan’ın iktidara “Kürtlerle otururum, diğerlerini döverim” eleştirini yönetmesi önemlidir. CHP’ye “dayanışma ziyaretinde” bulunan diğer Eş Başkan Tülay Hatimoğulları Oruç’un muhalefet belediyelerine operasyonun Terörsüz Türkiye sürecini olumsuz etkilediği uyarısında bulunması, amaç yolsuzlukla mücadeleyse AK Partili ve AK Partinin kayyım atadığı bütün belediyeler soruşturulsun demesi önemlidir.
Ama iktidar DEM Partiden de (Selahattin Demirtaş için bir karar daha alan) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinden de dış yatırımcılardan da gelen uyarıları elinin tersiyle itiyor, bunu da iç siyasette propaganda unsuru olarak kullanıyor.
İktidarın kendini kaptırdığı sarmal
Cumhurbaşkanı Erdoğan, ABD Başkanı Donald Trump ile bölgesel güvenlik konularında ortak olarak gelebilecek -şimdi gelmeyen ama Trump’la işbirliği sayesinde gelebilecek olan yatırımlara güveniyor belki de. Ukrayna’nın, Suriye’nin Irak’ın, belki de İsrail’in yerle bir ettiği Gazze’de… PKK’nın silahsızlandırılması projesiyle Hamas’ın silahsızlandırılması hedefi paraleldir.
Bu senaryodaki en büyük tehlike Terörsüz Türkiye projesini Demokratik Türkiye yerine Otokratik Türkiye dönüşümü için kullanmaktır.
AK Parti, kurmak istediği gül bahçesindeki dikeni CHP olarak görüyor. Belki de Özel ve ekibinin yönetimindeki CHP olarak görüyor.
İktidar ne yazık ki kendisini kendi ürettiği bir sarmalın içine sokmuş görünüyor.
Örneğin hukuka olanı yapsa ve İmamoğlu ile diğer belediye başkanlarının yargılanmasına tutuksuz devam etse, ülkedeki siyasi gerilim düşecek, PKK’nın silah bırakmasına odaklanmak mümkün olacak, iç cephe işte o zaman güçlenecek.
Ama “İmamoğlu serbest kalırsa seçmen beni yenilmiş algılar” kompleksi, ya da sarmalı buna engel oluyor.
Ateşle oynanıyor. Yazık oluyor.

AK Parti, kendini bir “dava partisi” olarak tanımlıyor. Ancak gerçeklikte bu yapı, aynı zamanda geniş bir menfaat ağına dönüştü.
AK Parti 3 Kasım 2002’de yüzde 34 oy alarak tek başına iktidara gelişi, sadece bir hükümet değişimi değil, aynı zamanda köklü bir zihniyet devrimiydi. Ama o seçimde geçerli oyların yüzde 45’i yüzde 10 barajı nedeniyle Meclis dışında kaldı. Bu “eksik temsil” zemininde kurulan yeni düzen, aradan geçen 23 yıla rağmen hâlâ muhalefetin büyük kısmı tarafından yeterince anlaşılamadı—ya da anlamazdan geliniyor.
AK Parti: dava mı, menfaat mı?
AK Parti, kendini bir “dava partisi” olarak tanımlıyor. Ancak gerçeklikte bu yapı, aynı zamanda geniş bir menfaat ağına dönüştü. Devlet kaynakları, belediye olanakları, kamu ihaleleri, imar planları… çoğunlukla sadakat esasına göre dağıtılıyor.
Liyakat yerine “bizdenlik” esas alınıyor. Yurttaş-devlet ilişkisinin temeli, artık “hak” değil, “yakınlık” üzerinden tanımlanıyor.
Şeffaflık azaldı, hesap verebilirlik zayıfladı. TÜGVA, Ensar gibi yapılar, “dava” maskesiyle kamu kaynaklarına erişim sağlıyor. İktidara yakın iş adamları da. Devletin tarafsız hizmet sunması gereken yapısı, bir grubun çıkarlarını tahkim eden mekanizmaya dönüştürüldü.
Elbette CHP’li belediyeler de bu anlamda masum değil. Ancak yolsuzluk ve çıkar ilişkilerini sadece muhalefetle sınırlayıp, iktidardaki çok daha büyük ölçekli yozlaşmalara sessiz kalanların adil görünmesi mümkün değil.
Bir yüzyılın rövanşı
AK Parti “davası”, yalnızca iktidarda kalma stratejisi değil.
Cumhuriyet’in kurucu değerleriyle hesaplaşma projesi: Laiklik, Batıcılık, kuvvetler ayrılığı, kurumların bağımsızlığı…
“Yeni Türkiye”, “Türkiye Yüzyılı”, “Milli ve Yerli” gibi söylemlerle süslenen bu strateji, Atatürk’ün sembolik mirasını itibarsızlaştırmayı, devleti merkezî ve din temelli bir eksende yeniden kurmayı hedefliyor.
Yargıdan medyaya, eğitimden dış politikaya kadar geniş bir yeniden kodlama süreci yaşanıyor. Bu bir restorasyon değil; rejim dönüşümüdür. Mıntıka temizliği ile kurumsal hafızalar siliniyor.
Muhalefet yıllarca neden kaybetti?
2003’ten son dönemlere e dek muhalefet neredeyse her adımı gecikerek ve reaksiyoner şekilde attı.
Ekmeleddin İhsanoğlu gibi kamuoyu desteği zayıf isimler,
Muharrem İnce’nin yarı yolda bırakılması,
13 seçim kaybetmiş Kemal Kılıçdaroğlu’nun yeniden aday gösterilmesi,
“Altılı Masanın” kırılgan ve baştan tasarım hatalı yapısı…
CHP lideri Özgür Özel bugün daha kararlı bir muhalefet yürütüyor gibi görünüyor. Ancak perde arkasında Ekrem İmamoğlu’nun potansiyel liderliğini engellemek isteyen bir yapı devrede.
Yerel yönetimlerdeki operasyonlar, gözaltılar, kayyum tartışmaları; yalnızca bir belediye meselesi değil, siyaset mühendisliğidir.
Bazı çevrelerde 8 Eylül 2025’te Özgür Özel’in yargı kararıyla parti liderliğinden düşürülmesi için çalışma yürütüldüğü de konuşuluyor.
İktidar artık sadece siyasi bir oluşum değil, kurumlarıyla, bütçesiyle, güvenlik aygıtlarıyla bir “devlet içi düzen” kurmuş durumda.
Seçim, yargı ve varoluşsal kaygı
Bu nedenle seçimi kaybetmek, onlar için yalnızca bir siyasi sonuç değil; hesap verme riski, ekonomik imtiyazların kaybı ve gücün çözülmesi anlamına gelir.
Bu da seçim güvenliği açısından ciddi bir risk doğuruyor. Yerel seçim öncesinde yaşanan gözaltılar, görevden almalar, kolluk müdahaleleri bir hazırlık sinyali olarak okunabilir.
Yargı Nerede Duruyor? Genel izlenim, yargının artık çoğunlukla yürütmenin bir uzantısı gibi hareket ettiği yönünde.
Hâlâ vicdanı, hukuku ve tarafsızlığı önceleyen hâkim-savcılar olduğunu da teslim etmeliyiz ama mevcut sistemde sadece hukuka güvenerek ilerlemek saflık olur. Çünkü hukuk da AK Parti “davası” için araçsallaştırılıyor gibi. Anayasa Mahkemesi kararlarının tanınmadığı, savcıların siyasi rakipleri hedef aldığı bir düzende, hukuki mücadele özellikle siyasal mücadeleyle birlikte yürümeli.
İktidar, MHP ve diğer unsurlarla birlikte “yeni anayasa” çağrısı yapıyor. Ancak bu çağrının arkasında hangi niyetin yattığı belirsiz:
Gerçekten demokratik, kapsayıcı bir anayasa mı hedefleniyor,
Yoksa sadece Cumhurbaşkanına yeniden aday olma yolunu açmak mı?
Kürt sorunu ve Anayasa tartışmaları
Kürt meselesi bu ülkenin en derin fay hatlarından biri. Çözüm, sadece AK Parti üzerinden değil, muhalefetin ve toplumun birlikte yürüttüğü bir mutabakat süreciyle mümkün olabilir. Aksi hâlde çözüm arayışı değil, yeni çatışma zeminleri yaratılır.
Şayet muhalefet iktidara yürüme hususunda ciddi ise Ne Yapmalı?
1. Yeni kadrolar, yeni liderlik: temiz, inandırıcı, enerjik kadrolarla sahaya inilmeli. Yönetmeye hazır bir ekip hissi verilmeli.
2. Kapsayıcı bir Türkiye vizyonu: dindar, seküler, Alevi, Kürt, kadın, genç, emekli, iş insanı, özetle herkesi içine alan güçlü bir anlatı kurulmalı.
3. AK Parti seçmenini kapsamak: bu kitle düşman ya da kandırılmış değil. Onların da sorunlarını çözecek bir söylem üretilmeli.
4. Uluslararası ittifakları dengeli kurmak: dış dünyayla uyumlu ama dik duran, güven veren bir dış politika dili geliştirilmeli.
5. Belediyeleri vitrin olarak kullanmak: yerel yönetimler yalnızca hizmet değil; aynı zamanda alternatif vatandaşa muhalefetin yönetim modelinin örnekleri olmalı ki iktidar değişirse boşluk doğmayacağı gösterilsin.
“Onlar” dava diyor da…
Karşınızda kurumsallaşmış, ideolojik olarak sağlam, medya ve güvenlik ağıyla güçlenmiş bir “dava” var.
AK Parti yapılarına karşı net bir vizyon, kolektif liderlik, yeni kuşaklara hitap eden siyaset, toplumsal mutabakat oluşturulmadıkça değişim hayalden öteye geçemez.
Zaman daralıyor. Ama hâlâ geç değil.
Çünkü Türkiye’nin hâlâ umudu var.
Yeter ki şu soruya samimiyetle cevap verilsin: “Onlar” dava” diyor. Peki, “siz” ne diyorsunuz?

Önümüzdeki on sıcak gün Erdoğan-DEM görüşmesiyle başlıyor. PKK’nın silah bırakması, CHP’ye yeni operasyonlar, medya karartması ve askeri yapıda düzenlemeler gündemde. (Foto: Cumhurbaşkanlığı)
Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın DEM Parti heyetiyle PKK’nın ilk silah bırakma töreni öncesi görüşmesinin 9 Temmuz’da olması bekleniyordu. DEM heyetinin 6 Temmuz’da İmralı’da PKK kurucu lideri Abdullah Öcalan ile yaptığı 2,5 saatlik görüşmeden kısa süre sonra Beştepe’deki görüşmenin bugün, 7 Temmuz’da yapılacağı açıklandı. DEM Partili TBMM Başkanvekili Pervin Buldan ve DEM Parti Mardin Milletvekili, Anayasa Profesörü Mithat Sancar’ın görüşmeleriyle başlatabiliriz, Türkiye’nin siyasi geleceğinde etkili olabilecek gelişmelere gebe on sıcak günü.
Terörsüz Türkiye/Seçimsiz Türkiye
Erdoğan-DEM görüşmesi aynı zamanda PKK’nın silahsızlandırılması ve parlamenter siyasete katılması, resmi adıyla “Terörsüz Türkiye” projesinin ikinci aşamasının sonudur. (İlk iki aşamanın ayrıntılarını bu bağlantıdan okuyabilirsiniz.) Bu on günün en kritik dönemeci olan üçüncü aşama muhtemelen 11 Temmuz civarında (10-12 tarihlerinde deniyor) Irak’ta, Kürdistan Özerk Yönetimi bölgesinde, İran sınırına yakın Süleymaniye şehri yakınlarında simgesel silah teslim töreniyle başlayacak.
Herkesin yüreği ağzında. Akla Süleyman Demirel’in müthiş meseli geliyor. Cambaz ipten ilerliyor. Kimi “Ha düştü, ha düşecek” diye izliyor, kimi da “Ha geçti, ha geçecek” diye.
Peki, nereye geçecek? PKK’nın silahlı bir örgüt olmaktan çıkıp eklemleneceği siyaset, demokratik kalitenin giderek düştüğü, otoriter demokrasi denilen, siyasi rekabetin yargı kararlarıyla engellendiği bir hibrit rejim mi olacak?
CHP lideri Özgür Özel 10 Temmuz’da bütün belediye başkanlarını Ankara’da Genel Merkezde toplantıya çağırdı. Özel’in son belediye başkanı gözaltı ve tutuklamaları ardından bunun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı “sandığı ortadan kaldırma provası” yapmakla suçlaması, CHP’li olsun olmasın pek çok seçmenin aklındaki “Erdoğan iktidarı kaybedeceği seçimi yaptırmaz” önyargısını tetikliyor.
Medya karartması ve biriken sorular
Medya karartması derken öncelikle 7 Temmuz’u 8 Temmuz’a bağlayan gece, muhalif kanallar Sözcü TV ve Halk TV yayınlarının RTÜK kararıyla on gün boyunca yasaklanması akla geliyor.
Neden bu tarihlerde, neden ikisi birden?
Muhalif seçmenin en çok izlediği bu iki haber kanalında sürece dair sorulabilecek sorular nedeniyle mi? Bu iki kanalın CHP lideri Özel’in, Ekrem İmamoğlu ve diğer belediye başkanlarının tutuksuz yargılanması için düzenlediği mitingleri canlı yayınlamaları nedeniyle mi?
Bir soru daha: CHP’li belediyelere operasyonlarının İstanbul Borsası ve döviz kurları daha az etkilensin diye cumartesi sabahları yapılması ve artık kural halini aldı; 12 Temmuz’a geliyor. “Turpun büyüğü” operasyonunun, kamuoyu ve medya ilgisinin PKK’nın silah bırakmasındayken mi yapılır acaba?
Sorular çok. PKK’nin silah bırakmaya başlaması ardından TBMM’de DEM Parti’nin (AK Partililerin itirazlarıyla) “Çözüm Komisyonu” adını taktığı komisyon, 15 Temmuz’da parlamento yaz tatiline girmeden kurulabilecek mi?
DEM Parti sadece bu konuda değil başka konularda da inisiyatif almaya çalışıyor. Birazdan geleceğim bu konuya ama önce 15 Temmuz’a dek komisyon kurulmasının önemine değinelim.
Kuvvet Komutanlarının görev süresi
Meclis’in yaz tatiline gireceği 15 Temmuz zaten kritik bir tarih; 2016’da Fethullahçıların önderliğindeki askeri darbe girişiminin yıldönümü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 30 Haziran’daki kabine toplantısı gündeminde Türk Silahlı Kuvvetlerinin komuta yapısına dair düzenlemeler vardı; Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler’den habersiz olduğunu varsayamayız. 1 Temmuz’da AK Parti TBMM’ye kuvvet komutanlarının emeklilik yaşı sınırını 65’ten 67’ye (ve gerekirse Cumhurbaşkanı tarafından 72’ye) dek uzatacak yasa tasarısını Meclis’e sundu.
Giderek yaşlanan ama koltuğundan olma endişesi giderilen bir komuta heyeti. Ama tek neden bu olmayabilir. Erdoğan, sadece PKK’nın silah bırakma konusu değil, Suriye, İsrail, İran gibi her an yeniden alev almaya riski bulunan dış gerilimlere karşı “Dere geçerken at değiştirilmez” atasözünü mü uyguluyor?
Kuvvet komutanları düzenlemesinin bir an önce yasalaşması isteniyorsa bu hamleyi de on kritik gün sınırları içinde bekleyebiliriz.
DEM Parti, AK Parti, CHP
Terörsüz Türkiye sürecinin başlarında ülkede demokrasinin kalitesindeki gerilemeyi sadece Kürt sorunun çözüm çabasına indirgemekle eleştirilen DEM Parti, son günlerde bunun tam tersi yönde, hatta AK Parti-MHP cephesinde kaşların çatılmasına neden olan adımlar atmaya başladı.
Örneğin, CHP’li belediyelere yönelik yargı operasyonları konusunda, tam da DEM heyetinin Erdoğan ile görüşmesi öncesinde özgül ağırlığı yüksek, önümüzdeki on kritik güne ve ötesine etki edebilecek iki adım attı DEM yönetimi.
Birincisi, 5 Temmuz’da DEM Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan’ın, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın anketlerde “CHP değil AK Parti birinci” demesine karşı “Türkiye’nin bugün birinci partisi CHP’dir” çıkışıydı. Bakırhan, belediye başkanlarının tutuksuz yargılanması gerektiğini de söyledi.
İkincisi 6 Temmuz’da diğer Eş Genel Başkan Tülay Hatimoğulları Oruç’un CHP lideri Özel’e Genel Merkez’de bir “dayanışma ziyareti yapması” ve AK Partililer ve DEM Parti kazandığı halde kayyım atanan belediyeler dahil bütün belediyelerin yolsuzluklarını araştıracak bir TBMM Komisyonu önermesiydi.
DEM’in en önem verdiğişey ise, PKK’nın silah bırakması ardından Ankara’nın da bir adım atması ve Meclis Komisyonunun kurulması.
Önümüzdeki on gün önemli.
Sorular ortada ama “Ha geçti, ha geçecek” diye izlemeye devam edelim.

Enflasyonla mücadele programı beklentilerin gerisinde kalırken iki tatsız tahmin: ufukta seçim ekonomisi var ama yapısal reformlar yok. Arşiv fotoğrafında, soldan sağa, Hazine ve Maliye Bakanı Şimşek, Cumhurbaşkanı Yardımcısı Yılmaz ve Ticaret Bakanı Bolat program hakkında açıklamalarda bulunuyor.
Son aylarda yaşadığımız baş döndürücü gelişmeler Türkiye ekonomisi açısından şu iki noktayı ön plana çıkarıyor.
Birincisi, 19 Mart ve izleyen günlerde olan bitenler, önümüzdeki seçimin ne kadar yaşamsal addedildiğini gösteriyor. Hayat memat meselesi adeta. Dolayısıyla, mevcut (eksik) ekonomi programının ömrü büyük ihtimalle 2027’nin başlarında biter. O da o zamana kadar giderek artan şikâyetlere dayanabilirse. Yerine ‘seçim ekonomisi’ kod adlı yeni bir ekonomi programı gelir: Bol kredi, düşük faiz, cömert ücret artışları, artırılmayan enerji fiyatları falan…
İkincisi, böyle bir ortamda yapısal sorunlarını çözmeye yönelik adımların atılması söz konusu değil. Bırakın adım atılmasını, bunlara odaklanılıp tartıştırılması hayal ötesi. Oysa Türkiye’nin ekonomide yol ayrımında olduğunu gösteren o kadar çok emare var ki. Bunlardan oldukça kuvvetli biri geçenlerde açıklanan bir çalışmanın sonuçları sayesinde bir kez daha ortaya çıktı. TÜSİAD önemli bir makroekonomik endeks yayımlamaya başladı: ‘Maliyet bazlı rekabet gücü endeksi’.
Rekabet gücü de alım gücü de azalıyor
Ara malı, enerji, iş gücü ve finansman maliyetleri başlığı altında toplanan dört ana kalemden oluşan endeks, 2022’nin başlarından bu yana rakiplerine kıyasla Türkiye’nin rekabet gücünde önemli bir azalma olduğuna işaret ediyor. Bu yılın ilk çeyreğinde bir yıl öncesinin aynı çeyreğine kıyasla rekabet gücümüzde yüzde 8,9 düşüş var. Bunun 3,2 puanı rakiplerimize kıyasla işgücü maliyetindeki artıştan kaynaklanıyor.
Ülkemizde çalışanların yarıya yakını asgari ücret alıyor. Ezici bir çoğunluk ise asgari ücretin biraz altında, asgari ücret düzeyinde ya da onun biraz üzerinde gelir elde ediyor. Oysa Türk-İş hesaplarına göre asgari ücret Haziran 2025’te dört kişilik ailenin açlık sınırının yüzde 84,6’sı, yoksulluk sınırının ise ancak yüzde 26’sı.
Yayımlanmaya başlanan endeksin bir de işgücü verimliliği dikkate alınarak hesaplanan biçimi var. Rakip ülkelerin işgücü verimliliği düzeyine kıyasla Türkiye’nin işgücü verimliliği artarsa maliyet bazlı endeksle ölçülen rekabet kaybının bir kısmının geri alınması mümkün olur. Tersi durumda daha fazla rekabet kaybı yaşanır. 2015-2025 döneminde verimlilik ters yönde çalışmış.
Türk ekonomisi yol ayrımında
Rakiplere kıyasla verimliliğimiz kötüleşmiş ve rekabet gücümüzü biraz daha aşağıya çekmiş.
Kıssadan hisse şu: Türkiye artık bir yol ayrımında. Belirgin biçimde verimliliğini artırmadan gidebileceği yer, açlık sınırının altında asgari ücret veren bir ülke olmaktan öte değil. Verimlilik ise ‘art’ denilince ya da yeni bir itirafçının “verimlilik artırıcı yöntemlerin aslında bilindiğini ama malum çevrelerin/belediyelerin/partilerin bunların açıklanmasını ve uygulanmasını engellediğini” ifşa etmesi ile artmıyor. Çok güçlü bir sanayi politikası gerektiriyor.
Az önce belirttiğim ikinci nedenle, Türkiye’nin ne yazık ki bu tür bir yapısal reforma odaklanması mümkün görünmüyor. Görünmüyor ama yine Polyannacılık oynamaya yelteneyim. Başka mecralarda defalarca yazdığım ve söylediğim Türk ekonomisi için çözüm önerilerimi buraya da taşıyayım. Önce üç saptama yapalım.
Çözüm yüksek kur, düşük ücrette değil
Birinci saptama: Büyük çoğunluğun açlık sınırının altında gelir elde ettiği bir ülkede yaşayanların mutlu bireyler olması mümkün değil. Böyle gelişmiş bir ülke olamaz Türkiye. Daha yüksek ücret verebilen bir ülke haline dönüşmemiz gerekiyor.
İkinci saptama: Temeldeki sorunlar (yüksek ithal girdi kullanımı, yoğun döviz cinsinden borçlanma ve verimsizlik) en azından hafifletilmedikçe, bir de istikrarı bozan programlara ses çıkarmayı zorlaştıran/korkulan yargı sistemi düzeltilmedikçe, Türkiye’nin her daim istikrar arayışında olması kaçınılmazlaşıyor. Çok değersiz lira-çok düşük reel faiz uç noktası ile değerli lira-çok yüksek reel faiz uç noktası arasında gidip geliyoruz.
Üçüncü saptama: Talep edilmesi gereken daha yüksek kur ve düşük ücret değil. Mevcut yapının değiştirilmesine yönelik kapsamlı bir program. Yapının düzeltilmesi bir çırpıda olacak iş değil elbette. Uzun zaman gerektiriyor. Bu süre boyunca yeni/yeniden istikrar programı gereksinimlerinin ortaya çıkmasını önleyecek sağduyulu ekonomi programları talep etmek, yani makroekonomik istikrarı gözümüz gibi sakınmak gerekiyor.
Çözüm için 5 öneri
Birincisi: Siyaset gölge etmedikçe, istikrar sorunun çözümü kolay. Neler yapılacağı belli: Türkiye’nin önemli deneyimleri var. Ama koşul da ağır: ‘Siyaset gölge etmedikçe’.
İkincisi: Daha adil ve hızlı çalışan bir yargı düzeni kurmak zor olmasa gerek. Bu sorunun çözümü üzerinde kafa yoran çok sayıda hukukçu ve sivil toplum kuruluşu var. Zor değil ama hayalci.
Üçüncüsü: Döviz cinsinden aşırı borçlanma, özellikle döviz gelirine kıyasla döviz cinsi borçların artması, BDDK’nın ve TCMB’nin makro ihtiyati düzenlemeleriyle önlenebilir. Döviz cinsinden borçlanma ihtiyacını tetikleyen temel unsur ise -yüksek lira cinsi faiz ve değerli kur- zaten istikrar sağlandıkça ortadan kalkar. Bu da bizi ‘birinci çözüm’e ilişkin koşula tekrar götürüyor.
“Model fabrika” ve verimlilik
Dördüncüsü: Verimlilik sorununu hafifletmek kolay değil. Sanayi Bakanlığı ile organize sanayi bölgelerinin birlikte ‘model fabrika’ uygulaması var. Ayrıntısı ilgili kurumların internet sayfalarından bulunabilir. Bu programlara katılan işletmeler önemli verimlilik artışları raporluyorlar (Ankara Sanayi Odası internet sayfasına bakılabilir mesela). Özellikle bu tür programlara mühendis gönderemeyecek durumdaki KOBİ’lerin katılımını sağlamak üzere atılacak adımlar olsa gerek. Bir de bu programların nasıl yaygınlaştırılabileceği düşünülmeli. Bunlara bütçeden destek verilmeli.
Dünyadaki örnekler
Beşincisi: Model fabrika uygulaması sadece bir örnek. Acaba dünyada neler oluyor bitiyor? Başarılı ve başarısız ülkelerde neler yapılmış da başarılı ya da başarısız olunmuş? Özelde bunlar üzerine, genelde de “nasıl bir sanayi politikası” üzerine kafa yoracak, öneriler hazırlayacak devlet içinde odalarla iş birliğinde ama özerk çalışacak bir düşünce kurumuna ihtiyaç var. İşletmeler ile sıkı görüş alış verişi içinde, Çin’de ya da ne bileyim ABD’de benzer işletmelerde neler yapıldığını araştıran, parlak ve de uçuk kaçık fikirlerin peşine düşmekten çekinmeyen gençlerin çalıştığı bir kurum. Örnek: TCMB’nin Türkiye’nin ve dünyanın ileri gelen üniversitelerinde lisans ve doktora eğitimi almış kaliteli iktisatçıların çalıştığı araştırma bölümü var. Onlarca yılın emeği yatıyor orada. Her yıl dünyanın en kaliteli üniversitelerine doktora eğitimine yollanıyor uzmanlar. Bu tür bir yapıdan söz ediyorum ama tek başına bir kurum olarak.
Bu kadar Polyannacılık yeter
Bu kadar Polyannacılık yeter. Şimdi ‘derin’ işleri bir tarafa bırakıp, kısa vadeye döneyim. Kısa vade derken, seçim ekonomisi uygulamasına geçilecek zamana kadar olan süreyi kastediyorum. Yılın ikinci yarısına girdiğimiz şu günlerde durum ve beklenen gelişmeler (elbette benim beklentilerim) şöyle:
İlk çeyrekte GSYH bir dönem öncesine kıyasla yüzde 1 yükseldi. Ancak özel tüketim ve yatırım harcamaları düştü. Sınırlı büyüme, devletin tüketim harcamalarının ve ihracatın artması, ithalatın azalması sayesinde gerçekleşti. Üretim tarafında ise inşaat katma değeri belirgin biçimde yükseldi, sanayideki artış ise yüzde 0,4 ile oldukça düşük bir düzeyde kaldı. İkinci çeyreğe ilişkin göstergeler, ekonomimizin ilk çeyreğe kıyasla belirgin biçimde yavaşladığına işaret ediyor. Kapasite kullanım oranı ikinci çeyrekte ilk çeyreğe göre daha düşük.
Keza önemli bir gösterge olan reel kesim güven endeksi de. Üstelik kritik 100 sınırının altına indi reel kesimin güveni. Üretime ilişkin Nisan ayı verileri mevcut. Üçer aylık ortalamalarla değerlendirince, Nisan ayında sanayide, inşaatta ve hizmetlerde bir dönem öncesine göre negatif büyüme var. İSO imalat sanayi PMI verisi bu ay da düştü. Düşüş on beş aydır kesintisiz sürüyor. Mevcut durumun en azından üçüncü çeyrekte de sürmesi beklenir. 2025 büyüme oranının yüzde 3 civarında bir yerde gerçekleşmesi olası.
Turpun büyüğü atıl işgücünde
İşsizlik oranı hangi tanıma baktığınıza göre değişiyor. Dar tanımlı işsizlik oranı –üçer aylık hareketli ortalamalar incelendiğinde, Mart’ta yüzde 8,2’ye geriledi. Ama son iki ayda sınırlı da olsa bir artış var. Mayıs itibariyle yüzde 8,3 düzeyinde. Turpun asıl büyüğü atıl işgücü oranında. İş bulma umudunu kaybettikleri için iş aramayanlarla tam zamanlı çalışmayanların, iş teklif edildiğinde çalışmaya hazır olan kısmı işsiz sayısına eklendiğinde elde edilen işsizlik oranı birinci çeyrekte yüzde 28,5 düzeyindeydi. Mayıs’ta yüzde 30,6’ya yükseldi. İkinci yarıda işgücü piyasasındaki resmin daha olumlu olması için bir neden yok.
Üretim ve istihdam verileri sevimsiz yönde gelişiyor. Özellikle yılın ikinci çeyreği için geçerli bu saptama. Buna karşılık, enflasyon istenildiği ölçüde olmasa da üretime göre daha olumlu yönde hareket ediyor. TÜİK tüketici enflasyonu Mayıs 2024’te yüzde 75,5 düzeyindeydi. Haziran 2025’te 35’e inmiş vaziyette. Enflasyondaki ana eğilimi gösteren mevsim hareketlerinden arındırılmış temel enflasyon göstergeleri (B ve C endeksleri) hala aylık yüzde 2’nin biraz üzerinde enflasyona işaret ediyor. Dolayısıyla, 2025 sonu için hedeflenen düzeye ulaşmak mümkün görünmüyor. Ama hedefin üst sınırı olan yüzde 29’a yakın bir yıl sonu enflasyonu ile uyumlu olduğu söylenebilir bu gelişmelerin.
Tüketim malları ithalatı yüksek
Ödemeler dengesine gelince. İlk dört ayın gelişmelerini biliyoruz. Çarpıcı gelişme, 19 Mart sonrası önemli miktarda sermaye çıkışı olması. Mart ve Nisan aylarında toplam 24 milyar dolar sermaye kaçmış Türkiye’den. İhracat ise ‘eh işte’ şeklinde gidiyor. Tüketim malları ithalatı yüksek seyrini sürdürüyor. İhracat ve ithalat tarafında yılın ikinci yarısında kayda değer bir değişiklik beklememek makul. Sermaye hareketlerine ne olacağı ise heybedeki turplara bağlı.
Kredi piyasası bildiğiniz gibi: Arz kısıtlamaları var ve kredinin maliyeti yüksek. Haziran sonu itibariyle, toplam kredi artış oranı (on üç haftalık ortalamaların yıllıklandırılmış artış oranları) enflasyonun altında. Sadece tüketici kredileri enflasyonun biraz üzerinde artmış. Yurtdışına sermaye çıkışlarının sürmesi ya da çıkışın durması ama net girişin düşük kalması halinde kredi arzının olumsuz etkileneceğini de unutmamak gerekiyor.
Ekonomi siyasi koşullara bağlı
Bütçe açığının yıl sonunda GSYH’nin yüzde 4’ü civarına düşebileceğini belirtiyor uzmanlar. Kamu borcu düşük. Bunlar Türk ekonomisi bakımından olumlu. Maliye politikasındaki sorun, birincisi, emeklilere ve asgari ücretlilere bu kadar düşük maaş verilirken yüksek gelir gruplarına yönelik vergileri artırıcı önlemlerin devreye sokulmaması. İkinci sorun ise kamu-özel işbirliği projelerinde verilen gelir garantilerinin gözden geçirilmesinin adının bile anılmaması.
Tahminlerim iki koşula bağlı. Birincisi, Temmuz-Ağustos 2018’de yaşanan şoka benzer bir şok yaşanmayacak. Trump Türkiye’yi tehdit etmeyecek. Bu koşulun sağlanmaması için pek bir neden görünmüyor; hazretle aramızın iyi olduğu izlenimi yaygın. İkincisi, her kesimden gelen şikâyetler nedeniyle para politikasının Eylül 2021 – Mayıs 2023 arasındaki garabet şekli almaması gerekiyor. Bu iki temel koşula, üçüncü olarak heybeden çok büyük bir turp çıkmaması koşulunu da ekleyebiliriz elbette.

İktidar tam da PKK’nın silah bırakma aşamasında CHP’yi birlik ve beraberliğe gölge düşürmekle suçlamak olabilir. “Birlik ve beraberliğe ihtiyaç” cümlesi siyasi baskının artmasını getirebilir. Gazeteci Tümun Soykan’ın gözaltına alınması bunun son işaretlerinden.
İki bakımdan kritik bir haftaya giriyoruz. Hafta sonuna doğru PKK’nın uluslararası gözlemcilerin tanıklığında ilk kez silah bırakması bekleniyor. Diğer yandan CHP, Ekrem İmamoğlu ve diğer belediye başkanlarının tutuksuz yargılanması için kitleleri hareketlendirmeye devam ederken yeni operasyonlar bekleniyor. Böyle durumlarda, başta askeri darbe dönemleri olmak üzere, iktidardakilerin sıkıntıda olduğu dönemlerde başvurulan propaganda cümlesinin eli kulağındadır. Baskı yönetimin somut göstergesi olan bu cümle “Milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç durduğumuz şu günlerde…” diye başlar. Gerisi duruma göre, greve giderek iç cepheyi zayıflatmaktan, dış güçlerin ekmeğine yağ sürmeye dek değişebilir.
İktidarın bir sonraki propaganda cümlesinin, bugünlerde AK Parti ve MHP çizgisindeki yorumculardan buna benzer yorumları okumak, izlemek benim için şaşırtıcı olmayacak.
Keza, CHP baştan itibaren “Terörsüz Türkiye sürecini desteklediği halde, “Çözüm Komisyonuna” üye vereceğini söylediği halde, CHP’li belediyelere operasyonlara karşı protestolarını adeta iç barış sürecini sabote etmek için yapıyormuş gibi sunulması da şaşırtmayacak.
Propagandanın kara kitabı bunu vazeder.
“Birinci olsan seçime gidersin”
Birlik ve beraberlik gereği iktidarların dediklerine uyum sağlama çağrısı Türkiye’de ve dünyada genel olarak baskının biraz daha arttırılacağına işarettir. Gazeteci Timur Soykan’ın X yorumları nedeniyle gözaltına alınması bunun son işaretlerinden. (*)
CHP lideri Özgür Özel, Adana, Antalya ve Adıyaman belediye başkanları gözaltına alınmasını bunların “sandığı ortadan kaldırma provası” olduğunu öne sürmüştü.
Özel’in “CHP birinci parti” iddiasına Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Azerbaycan dönüşünde “Söz konusu değil yanıtını vermiş,” Yani onlar ne kadar anket yapıyorlarsa, biz de o denli anketlerimizi yapıyoruz, yaptırıyoruz. Şu anda Türkiye’de birinci parti AK Partidir” demişti.
Özel, bunun üzerine Erdoğan’a, “Allah’ın korkağı! Sen birinci parti olsan perende atarak sandığa gidersin” diye ağır bir karşılık vermişti.
Bu tartışmaya aynı 5 Temmuz günü DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan dahil olmuş, “Türkiye’nin bugün birinci partisi CHP’dir” demiş ve iktidarın belediyelere baskısını eleştirmişti.
İşin ilginç yani DEM Partili Bakırhan’ın bu birlik ve beraberlik çağrısını muhalefete değil iktidara yapmasıdır.
Birlik ve beraberlik ihtiyaçsa
Bakırhan Muğla’da yaptığı konuşmada PKK’nın silah bırakmak üzere olduğu günlerin önemind dikkat çekerek şunları söylüyordu:
• “İşte tam da bu nedenle bu iktidar da halkın bu kaygılarını, bu sürece dönük güvensizliğini ortadan kaldıracak adımlar atmalı. (…) Ama dikkat edin, bunlar yerine yine her gün belediyelere operasyon oluyor. Ha Antalya’ya yapmışsın ha İzmir’e, ha Adana, ha Adıyaman, ha Diyarbakır’a yapmışsın.”
Özel de haftalardır, iktidarın iç cepheyi güçlendirmek istiyorsa bunun yolunun CHP’yi itmek olmadığını, ama belediye başkanları tutuklu yargılanırken bunun olamayacağını söylüyor. Kolay yolu, İmamoğlu ve tutuklu yargılanan CHP ya da DEM’li belediye başkanlarının tahliye edilip yargılanmalarına tutuksuz devam edilmesi. Ancak Erdoğan’ın çevresindeki bir ekibin Özel’in direncinin er ya da geç kırılacağını var sayarak, İmamoğlu’nun bırakılmasının politik psikoloji bakımından seçmen gözünde yenilgi sayılacağını vazettiği anlaşılıyor. Yanlış bir saptama, ancak görünen gerilimin düşmemesinin başlıca nedeni bu.
İktidarın “Yenilgi görünür” kompleksini bir yana bırakması siyasi kilitlenmeyi açacak anahtar gibi görünüyor.
Not:
(*) Timur Soykan akşam saatlerinde çıkarıldığı mahkemece serbest bırakıldı. Metin 6 Temmuz 2025, 21.42’de güncellendi.