Hükümet bizleri Ayasofya gibi, kadına şiddete karşı İstanbul Sözleşmesi gibi, internet yasakları gibi gündemlerle meşgul ediyor ama bu alışıldık dikkat dağıtma alanı olan dış politikada bir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Tam tersine çok şey oluyor ama galiba artık dış politikada bize söylenmeyenler, söylenenlerden fazla olmaya başladı. Galiba bunun nedeni de dış politikada şu sıra fetih
Bir önceki yazımda biyoçeşitliliğin ne olduğuna değinmiştim. Şimdi ise biyoçeşitlilik, yani dünyadaki yaşam biçimlerinin çeşitliliğindeki kayıplarının hayatımız için ne kadar kötü olabileceğinden bahsedeceğim. Bugün yaşadığımız gezegende insanın yarattığı sorunlar şüphesiz küresel boyutta ve her geçen gün artıyor. Bu konuda üç maymunu oynar gibiyiz; ne görüyoruz, ne duyuyoruz, ne de yeterli ölçüde konuşuyoruz. Sulama için çok
Bu yılın başından itibaren yaşadığımız Kovid-19 salgını nedeniyle çevremize olan duyarlılığımız arttı. Artık doğaya farklı bir gözle bakar olduk. Çoğumuz çevremizdeki canlıları farklı bir şekilde duyar ve gözlemler olduk. Esasında her birimiz yaşadığımız gezegeni paylaştığımız diğer türlere saygılı olmamız gerektiğinin farkına vardık. Bu dönemde dünya nefes aldı, somut veriler gördük, Diğer kavramların yanında biyoçeşitlilik diye
Üç ayı aşkın bir zamandır Korona ile yattık, Korona ile kalktık. Mart, Nisan aylarını akşamları gösterilen yeşil slaytlardaki sayılara kilitlenmiş bir şekilde geçirdik. Hepimiz, çarpma, bölme, yüzde alma, R katsayısı hesaplama uzmanı olduk. En kötüsünden, “İtalya gibi olmaktan” korkuyorduk. Birçok insan kaybettik, aramızdan bazıları çok kötü hasta oldu, hastaneye, hatta yoğun bakıma yatıp çıkanlar oldu,
Bir önceki yazımda Covid’in sihirli bir ayna gibi medeniyetimizin bütün zaaflarını bize gösterdiğini, sorunlarımızı üstelik büyüterek, ya da hızlandırılmış bir film gibi yüzümüze çarptığını söylemiş, dünyadan çok çarpıcı bulduğum örnekler vermiş, Covid aynasının bir köşesinde de Türkiye’den yansımalar olmalı, onlara daha yakından bakmak gerek demiştim.O yazıyı yazdığımdan bu yana hatta daha öncesinden başlayarak aynadaki Türkiye
Hayatımızın COVID-19 ile geçen iki ayının sonunda bir değerlendirme yapalım:Türkiye, ilk vaka görüldüğü anda kısmi karantinaya başlayıp zaman içerisinde tedbirlerin artırıldığı karma bir uygulama benimsedi. Mart ortasından itibaren uzaktan eğitime geçilirken işyerleri de mümkün mertebe uzaktan üretime teşvik edildi. Nüfusun yüzde 40’ını oluşturan 65 yaş üstü ve 20 yaş altı nüfus için tam karantina uygulandı.
Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’a 2 Mayıs’ta çıktığı televizyon programında soruldu: 65 yaş üzeri ve 20 yaş altı vatandaşlar için sokağa çıkma yasağında bir gevşeme olabilir mi? Kalın “Pazartesi günü” dedi, “Cumhurbaşkanımızın bu konuda bazı güzel açıklamaları olabilir”. Bir soru daha geldi: “Ramazan Bayramı’nda (24-26 Mayıs) sokağa çıkma yasağı” olacak mıydı? Kalın buna da “İhtimal dahilinde”
Basın özgür değilse, siyaset de, ekonomi de değildir. Bu dediğim hukukun üstünlüğü için de geçerlidir; mahkemeler iktidarın etkilerinden ne kadar bağımsız ve tarafsız olursa, siyaset yapan da, yatırım yapan da, haber ve yorumlarını yazanlar, söyleyenler de o kadar özgür ve üretken olur. Basın özgürlüğü o nedenle sadece haber alma hakkı ile değil, ülkede hukukun, siyasetin,
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre Türkiye’de yaşlı nüfusu 7,5 milyon. Yedi buçuk milyon kişi bir aydan fazla süredir eve kapalı. Kimi memnun, kimi çaresiz… Kimi yaşlı olduğunu ilk kez zorla idrak etti. Kimi yaşlı olduğunu sonunda idrak edenlere müteşekkir. Hepsi sıkıldı, bunaldı. Çoğu korku ve endişe içinde. Biliyorsunuz endişe bizim kültürde günlük hayatın bir
Covid-19 krizi patlamadan önce Türkiye’nin hop oturup hop kalktığı, her biri hükümet tarafından son bağımsız Türk devleti için beka sorunu, yani ölüm kalım meselesi diye öne çıkarılan krizleri hatırlayan var mı?Nerede kaldığımızı hatırlatayım. En son Yunanistan sınırında kalmıştık. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın yön göstermesiyle Suriye ve Asya ülkelerinden binlerce mülteci, son durak Almanya hedefli Avrupa Birliği