Londra Enerji Kulübü YK Başkanı
Son haftalarda İsrail’in İran’a yönelik doğrudan saldırıları, İran’ın karşı saldırıları, ABD’nin nükleer tesisleri hedef alan operasyonları ve Devrim Muhafızları komutanlarının ölümüne kadar varan çatışmalarla gerilim zirveye tırmanmıştı. ABD Başkanı Donald Trump’ın sabahın ilk saatlerinde ilan ettiği sürpriz ateşkes ve “barış” çağrısı, sahada olduğu kadar Tahran’ın koridorlarında da taşları yerinden oynattı. İran, tarihi boyunca birçok devrime,
İran, son kırk altı yıldır bölgede hem istikrarı hem de krizleri aynı anda temsil eden bir rejim yapısına sahip. 1979 Devrimi’yle Şah’ın devrilmesinden bu yana, Ayetullahlar rejimi; teokratik bir otoriterlikle toplumu baskı altına alırken, aynı zamanda sistem içi krizleri ustalıkla yöneterek iktidarını korumayı başardı. Ancak artık hem içeriden hem dışarıdan gelen dalgalar ve de ekonomik
Uluslararası sistem yalnızca krizde değil—serbest düşüşte. Bir zamanlar uluslararası hukuk, çok taraflı kurumlar ve ortak normlara dayalı olan kurallı düzen, gözlerimizin önünde dağılmakta. Egemenlik, hukuk, insan hakları ve kolektif güvenlik gibi temel ilkeler, artık daha çok geçmişin hayaletleri gibi—yalnızca zirve bildirilerinde hatırlanıyor. Yerine geçen şey ise çıplak güç ve stratejik caydırıcılık. Rusya, Ukrayna ve Gürcistan’da
13 Haziran sabahı dünya, uzun süredir beklenen ancak zamanlaması belirsiz olan büyük bir patlamayla uyandı. İsrail, İran’ın başkenti Tahran’daki üst düzey askeri hedeflere ve nükleer tesislere yönelik kapsamlı hava saldırıları gerçekleştirdi. Devrim Muhafızları Komutanı, Genelkurmay Başkanı, Hava Kuvvetleri Komutanı ilk kayıplar arasında. Siyasi liderlere de gelir mi? “Yükselen Aslan Harekâtı” olarak adlandırılan bu operasyon, sadece
Türkiye’nin 1996’dan bu yana Avrupa Birliği (AB) ile yürüttüğü Gümrük Birliği, zamanında devrim niteliğinde bir adım olarak görülmüştü. Çok katkısı oldu sanayi dönüşümüne ve AB ile bütünleşmeye. Ancak aradan geçen 29 yıl, bu anlaşmanın Türkiye için artık bir kaldıraçtan çok bir kelepçe haline geldiğini açıkça ortaya koyuyor. Bugün Türkiye, AB tam üyesi olmadan Gümrük Birliği’nin
Donald Trump, ikinci kez ABD Başkanlığı koltuğuna oturduğunda, Ukrayna’daki savaşı “bir günde” bitireceği vaadiyle dünya kamuoyunun ilgisini çekmişti. Putin’le geçmişten gelen “özel” ilişkisine güvenen Trump, Kremlin’i masaya oturtabileceğini ve savaşı ani bir hamleyle sona erdirebileceğini iddia ediyordu. Ancak yeniden başkanlık görevine başlamasından bu yana ne barış sağlanabildi ne de somut bir ateşkes ilanı geldi. Aksine,
Bazı ülkeler masada olur, bazıları menüde, bazıları oyunu kurar, bazılarıysa hiç davet edilmese bile oyunu bozar. Türkiye, artık üçüncü kategoriye giriyor: oyuna alınmasa da sonucu değiştiren, dışlanmak istense de hesaba katılmadan adım atılamayan bir aktör haline geliyor. Bu durum sadece hükümetin resmi diplomatik çabaların sonucu değil. Son yıllarda Türkiye’nin görünmeyen ama sahada etkili gücü olan
2024 yılının Aralık ayında Suriye’deki rejim değişikliği, dünya kamuoyunu şaşırtacak kadar hızlı, on üç yıllık kanlı iç savaşa bakıldığında nispeten kansız ve dışarıdan bakıldığında oldukça düşük profilli bir biçimde gerçekleşti. Ahmed el Şara yönetimindeki Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) güçlerinin Beşar Esad’ın 8 Aralık’ta Rusya’ya kaçarak terk ettiği Baas rejiminin yerine geçmesi yalnızca Suriye merkezli
Londra’da öğrenciydim. Diplomasiye ilk adımımı atmış, Dışişleri Bakanlığı’nın zorlu sınavlarını geçip, London School of Economics’de yüksek lisansa başlamıştım. Gündüzleri akademide, aralarda çalışarak geçim sağlıyor; akşamları ise şehrin karmaşık siyasi atmosferinde kaybolan genç bir zihin olarak hayatın birçok yüzünü bir arada yaşıyordum. Bir gün, Leicester Square yakınlarında küçük bir kitapçıda gözüme ilişen bir ilan zihnime kazındı: